Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

O/ Hakkâri’de Bir Mevsim

O/ Hakkâri’de Bir Mevsim

Hak. kentim

Çileli gözlerim

Cüzzamlı, derin

Ve-kar ile devam eder adın

İrtifa bin altı yüz metre

Nüfus on bin

Yarısı asker

Ne yolun var ne suyun

Yarlar arasından akan ve yaza doğru dağlardan eriyen karlarla birlikte taşan Zap"ını saymazsak,

…                                                                     (Sayfa, 11)

 

Böyle anlatmaya başlıyor Hakkâri"yi, Ferit Edgü, “O/Hakkâri"de Bir Mevsim” adlı romanında.

 

Ferit Edgü: İstanbullu. Kaptan, denizci. Bir deniz, su adamı. Hayatı denizlerde geçmiş bir su gezgini.

 

1960"lı yıllarda Hakkâri"ye bağlı Pir Köyüne öğretmen olarak atanır. Sürgün gelir Hak kentine.   

 

Yeryüzünün en alçak (deniz) noktasından zirvesine çıkacağını, bir gün kendini bir dağ başında bulacağını aklının ucundan bile geçirmez.

 

Ömr-ü hayatında kaya, uçurum, dağ, taş görmemiş bir insan, gün gelir kendini, sadece kaya ve karların hüküm sürdüğü bir coğrafyada bulur. Uzun süre bunun bir düş olduğunu sanır, belki de hiç uyanmaz.

 

Geçmişine ait hiçbir şey hatırlamaz. Nerden geldiğini, kim olduğunu, nereye gideceğini hiç bilmez. Bir tufan olduğunu ve teknesinin kayalara çarpıp battığını zanneder. Kendisini ansızın bir dağ başında bulur. Çaresiz, kendisine sunulmuş bir hayatı yaşar.

 

Ansımıyordum.

Bugün, bunları yazarken de bilmiyorum, ansımıyorum.

Bildiğim, ansıdığım şu: Karlı bir dağ başında buldum bir gün kendimi.

                                                                                          (Sayfa, 20)

 

Nuh tufanını hatırlar sonra. Kendisi ile Nuh (a.s) arasında benzerlik kurar. Yoksa ben Nuh muyum? der.  

 

Nuh dışarı çıktı. Sahte Nuh. Kendini Nuh sanan, Nuhluğu kendine yakıştıran.( Hayvanları mı, insanları mı kurtaracaksın sen? Hangi tufandan)

 

Yeter bunca düş, bırak Nuhluğunu, diyorum kendi kendime ve içeri (sınıfa) giriyorum.

(Nuh hangi dilden konuşmuştu, teknesine doluşan hayvanlarla?)

                                                                                               (Sayfa, 66)

 

Kendini; tanımadığı, dillerinden anlamadığı; ama aralarında yaşamak zorunda olduğu insanların arasında bulur. İnsanoğlu bu, her şeye alışır. O da alışmaya başlar ve belki de zamanla onlardan biri olur.

 

Onlara -denizi hiç görmemiş insanlara- denizi anlatır. Gemiyi, tekneyi anlatır, yelkenlileri, martıları anlatır. Âmâ (kör) birine renkleri anlatır gibi.

 

“Sahi, deniz nasıl anlatılır?”

 

Kara da alışır, tipiye de, doluya da, tufana da ve hatta denizsizliğe de…

 

Bir düşle gerçeğin mücadelesi, bir karayla denizin, yaşamla ölümün, yaşatmakla öldürmenin, ölmenin ve yine ölmenin… Ölüme terk edilmişliğin ve dışlanmışlığın mücadelesi…

 

Adı, haritanın en uç ve ücra köşesinde geçen ve asla hatırlanmayan bir kentin (kent denilirse) ve bu kent ve kır insanının hayat mücadelesi… Bir Hak. kentin; ama haksızlığın mücadelesi…

 

Bir yazar, sadece bir dönem -dokuz ay- yaşadığı yabani bir coğrafyayı, ancak bu kadar güzel anlatabilir. “Ölüm ve ölüm” ancak böyle izah edilebilir. (ölüm ve yaşam değil)

 

Doğal yaşama, doğaya direnme, doğayla mücadele yalnız böyle kaleme alınabilir.

 

Bir unutulmuşluğun panoraması, ancak böyle tutulabilir. Ama her şeyin ötesinde bir insanlığın serüveni. Bir terk edilmişliğin macerası…

 

Bir bakarsın Hak. kenti bir düş, bir kâbus olur, girer rüyalarına yazarın.

Bir dert, ıstırap merkezi, bir sürgün yerine döner.

 

“Kafka karabasanlarında gördü belki seni, ama adlandırmadı

( ya da hiç girmedin onun düşlerine )

Bilseydi senin gibi bir yer var yeryüzünde

En korkunç kitabının konusu sen olurdun.

Tolstoy bilseydi seni

Soyluluğundan bin beter utanırdı.

Ve kim bilir belki de yazarlığından

—şimdi benim utandığım gibi-

Avvakum bilseydi yakınında senin gibi bir kent olduğunu,

Kafkasları aşıp çile çekmeye sana gelir,

Senin mağaralarında yaşardı.       

Dostoyevski sürülseydi sana

Yer Üstünden Notlar"ı yazardı

Ya da "Suç ve Suç"u.”

 …                                        (Sayfa, 12)

 

Suç… Sadece suç. Hep suç. Daima suç. Varlığı suç. Yokluğu suç. Yaşaması suç. Adı: Hak. (belki de Suç olmalıydı) Ve içinde yaşayanlar suçlu. Yazar bunu o kadar ileri götürür ki, Hak. kentini keşfedilmemiş bir dünya olarak görür. Yo hayır, güzelliğinden değil, çekilmezliğinden, yaşanmazlığından...

 

Büyük yazarlara içten içe kızar, burun kıvırır, hatta acır. “Sizler ne gördünüz ki ne anlattınız?” der gibidir. Kafka"ya, Tolstoy"a, Avvakum"a, Dostoyevski"ye… Kendinden (yazarlığından) bile utanır.

 

Hak. kentini, yeryüzünde benzeri olmayan bir yer olarak görür. Hatta yeryüzünde olmaması gereken bir yer… Onu yeryüzüne layık görmez. Dostoyevski"ye hayıflanır. Yer Altından Notlar"ı değil, Yer Üstünden Notlar"ı yazması gerektiğini söyler. Zira Hak. kentinin yer altını aratmadığını anlatmaya çalışır. Kim bilir belki de cehennemi kast eder.   

 

Derin bir iz bırakır Hak. kenti, yazarın yaşamında, iliklerine kadar işler, asla kopamaz. Gecesinde gündüzünde, düşünde gerçeğinde, hayalinde hakikatinde bir inilti gibi sürüp gider… O, bizzat Hak. kenti olmuştur. Sırılsıklam, baştan ayağa, tepeden tırnağa…

 

 

“Kentim Hak.

Umudunla umutsuzluğun,

Güneşinle karın,

Uykunla uykusuzluğun,

İnsanlarınla hayvanların,

Kurtlarınla köpeklerin     

Bil ki

Bir inilti gibi sürüyor hala bende.”

…                                                            (Sayfa, 12)

 

Bu inilti, bu sancı, derin bir analize sürükler yazarı, bir iç muhasebesine. Sorgular çoğu şeyi.

Cesurane, realistçe, mertçe…

 

“senden ayrıldıktan sonra

Sana hiç benzemeyen

Gerçek kentlere gittim     

Uygarlığın büyük kentlerine,

O kentlerde de insanlarla konuştum

Yabancı, ama bildiğim dillerden,

( sen benden, ben senden olduğum halde, garip, yüzyıllar boyu hiç öğrenememişiz birbirimizin dilini  

…                                                             (Sayfa, 12)

 

Ferit Edgü köye öğretmen olarak gelir; ama köyde öğrenci olmaya başlar. Hiç anlamadığı, hiç tanımadığı bir dili öğrenmek zorunda kalır. Başka çaresi de yoktur zaten. Aşağıda itiraf ettiği gibi:

 

( sen benden, ben senden olduğum halde, garip, yüzyıllar boyu hiç öğrenememişiz birbirimizin dilini  

 

Ama artık öğrenmek zorunda kalmıştır. Kendi dilini öğretmek için. Öğretmek için öğrenmek... Öğretmen ve öğrenci olmak için. Kısa zamanda öğrenir Kürtçeyi ve kısa sürede öğretir Türkçeyi. Onlar gibi olur, onlardan biri. Onlar kadar doğal, onlar kadar yürekli, onlar kadar dağlı ve onlar kadar oralı…

 

 "O"ralı… Pir. Köylü… Hak. kentli.

 

Bu doğallık diline de yansır. Alabildiğine doğal yazar. Olduğu gibi. Yapmacıksız. Pürüzsüz. Süssüz. Sessiz. Dili yaşamı gibidir ve kelimeler kendiliğinden dökülüverir beyaz sayfalara.

 

Bu doğallık bazen o kadar ileri gider ki, bunda köylünün saf dimağı, berrak yaşamı apaçık serilir gözler önüne. 

 

Muhtar Ağa geliyor. Akşam.

Selamünaleyküm.

Aleykümselâm.

Yüzüme bakıyor.

Odaya bakıyor.

Oturuyor.

Benimle çay içiyor.

Ağzını açıp bir şey demiyor.

Çıkıp gidiyor.

                            (Sayfa, 136)

 

Kitabı okurken, çoğu yerde gülmekten kırılıp geçtim. Mizah kendiliğinden oluveriyor. Yazarın buna pek katkısı olmuyor. Malzeme hazır. O sadece kâğıda döküyor. Olduğu gibi.

 

Yazılmaya hazır bir yaşam. Yazar, günlük tutar gibi yazıyor. Yazdığını silmiyor. Kelime çıkarıp eklemiyor. Müsvedde kullanmıyor. Gördüğünü yazıyor. Yaşadığını yazıyor. Yazdığını yaşıyor.

 

Kimi zaman, tam anlamıyla nükteye, latifeye dönüşür bu tabiilik.

Aşağıdaki pasajı okuyup da gülmemek elde değil.

 

Alaaddin geliyor. Gece

Hoca, benim kardeş hasta, diyor.

Nesi var? diyorum.

Ateşi var çok, diyor. Ölecek.

İlaç vereyim mi? diyorum.

Hayır, portakal ver, diyor.

Portakal yememiştir hiç.

                                         (Sayfa, 137)

 

 

İlginç bir tarafı çarpıyor gözüme sonra, romanın: “Özgün dili.” İlk defa karşılaştığım kelimeler. Hiçbir yerde bulunmayan sözcükler… Hiçbir sözlükte geçmeyen:

 

Halit boynundaki dürbünü çıkarıp uzatıyor.

Dürbünle bakıyorum.

Tanrım! Bir tansık bu! Bir tekne!

Halit, diyorum, bir tansık bu! Gene bir düş görmüyorum ya?

Hayır, diyor Halit, bu kez gördüğün düş değil. Bir düşün gerçekleşmesi.     

                                                                                               (Sayfa, 194)

 

Tekne, gemi sözcüklerinin yerine ısrarla "tansık" kelimesini kullanıyor. Ve:

 

Ansımıyordum.

Bugün, bunları yazarken de bilmiyorum, ansımıyorum.

Bildiğim, ansıdığım şu: Karlı bir dağ başında buldum bir gün kendimi.

                                                                                              (Sayfa, 20)

 

Anımsamak sözcüğünün yerine de sürekli "ansımak" sözcüğünü kullanıyor.

 

Romanda, ciddi manada teknik hatalar bulmak mümkün. Yazar, yer yer olayın akışını keserek bilgi verir.

 

Sevgili okuyucu,

…

diye başlayan ya da biten cümlelerin tamamı, roman tekniği açısından kusurlu. Modern roman anlayışına aykırı. Ama yazar, mütevazı davranıp bunu itiraf ediyor zaten:

 

Bir kazazede ya da yolunu şaşırmış bir denizciden bundan fazlasını bekleme, sen büyük yazarları okumaya alışık okuyucu!

 

Ve siz, büyük yazarlar, bağışlayın beni, ekmeğinizde gözüm yok, ne de ününüzde. Gerçekte beni aranıza almanızı bile istemiyorum. Benim geldiğim yer başka. Varmak istediğim yer başka. Aranıza almayın beni. Ama hor da görmeyin, elinizden geliyorsa.

                                                                                                                      (Sayfa, 78)

 

 

Kitabı okurken, Pir. Köyüne gidip geldim, gidip geldim. Başımı iyice sarmaladım. Ayağıma hedikleri geçirdim.

 

Karda, tipide, fırtınada, dondurucu ayazda, bir dağlarını aştım, bir tepelerini. Yorulmadım. Yürüdüm. Karlara bata-çıka, düşe-kalka...

 

Muhtara misafir oldum. Halit geldi. Seyit bana misafir oldu. Zazi; yoğurt, bal, otlu peynir getirdi…

 

Ta, karlar eriyinceye kadar. O zaman yol göründü.

 

Ve Ferit öğretmen yola koyuldu. Önde Halit -elinde atın dizgini- ata binili kendisi ve arkada yüklü katır:

 

“Bana verdiğin sözü unutma, dedi.

Unutmayacağım dedim.(Hangisini, hangi birini unutmayacağım?)

Unutmayacağım, dedim bir kez daha.

Yolun açık olsun, dedi.

Gerçekte söylenecek tek söz de buydu: Yolun açık olsun!

Yepyeni bir yolculuğun eşiğindeydim.

Dağlardan sonra… Irmaklar­”

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi