M. Latif Yıldız

M. Latif Yıldız

Nobel kimin hakkı?

Nobel kimin hakkı?

Taraf’ı Taraf yapan Ahmet Altan, Yasemin Çongar, Neşe Düzel’in sabrını taşırarak gitmelerine yol açanlar meydanı boş bulunca; yandaşlığa rahmet okutanların üst sınırına terfi için köşelerinde döktürüp duruyorlar.

Neler yazmıyorlar ki!

“Haydi Erdoğan! Nobel seni bekliyor” diyen mi. Hızlarını alamayıp Kürdçe başlık atarak “Her Biji Erdoğan” (anlamı, “yaşa, var ol Erdoğan”) diyen mi.  “Işık Doğudan Yükselir” ile AKP’ye methiyeler dizen mi. Hele biri var ki; kendisini Başbakan Erdoğan’ın Kürd sorunundu yaptığı her görüşme ve toplantıların baş aktörü yerine koyuyor. Yetinmiyor öylesine kendinden emin ki aynı zamanda İmralı’da Sayın Ahmet Türk, Ayla Akat Ata ve Sayın Öcalan ile görüşen 3. Kişi rolüne de bürünen yazılar yazıyor.

Akıllarınca Altansız Taraf’ı misyona terfi ettirecek zemin arıyorlar, ama boşuna.

Sevgili okuyucular sesinizi duyar gibiyim. Emin olun aynen sizin gibi düşünüyorum. “Bu isimler eleştiriye bile değmez” diyorsunuz. Haklısınız ama gelin görün ki yazdıklarıyla batıdaki 50 bin (dedikleri tirajı kabul edelim) okuyucu saçmalıklar ile kafaları karıştırırlar endişesiyle; Paris katliamı ve Ahmet Türk’ün Sayın Ahmet Hakan ile CNN’deki o enfes söyleşisi dururken onların yüzünden bugün bu konuyu köşeme aldım..

Aslında Milliyet’te Can Dündar “Ahmet Türk’ün üç hali” başlıklı makalesinde bu isimlere ve türevlerine öylesine güzel ders vermiş ki; anlayacaklar mı dersiniz?

Anlamayacaklarsa da Sayın Dündar’ın izniyle o dersi kısaltabildiğim kadarı ile tekrarını yaparak gözlerine sokacağım. Söz sırası Can Dündar’da:  

Sahne 1: 12 Eylül’den önce milletvekiliydi. Milletvekili ağabeyi öldürülünce siyasete girmişti. Darbeden sonra tutuklanıp Diyarbakır Cezaevi’ne nakledildi. Kapıda dayakla karşılandı. 20 gün hücrede tutuldu. İşkencede 56 marş ezberletildi.

Yaşadıklarının bir kısmını, 78’liler Vakfı’nın sözlü tarih çalışmasında şöyle anlattı:

“Havalandırmada hepimizi cop ve kalasla döverlerdi. Ortalık kan gölüne dönerdi. Foseptik çukurunda, pisliği alıp üstümüze sürmeye zorlarlardı.

Mahkemeye giderken ring arabasında bir asker sırtıma oturur, dizini üzerime koyar, salona kadar sırtımda giderdi. Dönerken yine ring arabasında etrafımızda halka oluşturup ‘Yürüyerek marş söyleyin. Çarparsanız dayağı yersiniz’ diye küfür ederlerdi.

Mahkemeye girerken birine ‘merhaba’ dediğini Esat Oktay’a ihbar etmişler. 300 asker önünde beni çırılçıplak soydu, kilotumuda çıkardı. Copu ile vücudumun her yerini dövdü. Sonra askerleri dönüp ‘Yok mu bu… becerecek’ diye bağırdı.

Bulaşıkların pis suyunu içirirlerdi bize... İnsanlara pislik yedirildi. İnsanlar gözümüzün önünde işkencede öldürüldü. Eğer Diyarbakır Cezaevi’ndeki o uygulamalar olmasa, belki bu kadar insan silahını alıp dağa çıkmazdı.”

* * *

Sahne 2: Ahmet Türk, Diyarbakır Cezaevi’nde 3 yıl yattı. Sonunda beraat etti. 1983’te çıktığında boynunu çeviremez haldeydi, sol kolu tutmuyordu, bağırsakları jiletlenmiş gibiydi. Kalbine yıllar sonra pil takılacaktı. Yaşadıklarından kinlenmedi, dağa çıkmadı, yeniden siyasete girdi.

1993 Nevroz’unda, Öcalan sivilleri çekip ateşkes ilan ettiğinde Bekaa’daydı. Onca acının içinden kalkıp gelmiş Ahmet Türk, orada yine barıştan, ille barıştan söz ediyordu.

Ama yetmedi, bitmedi.

2012 Nevroz’unda üniformalı bir polis yumrukladı milletvekili Ahmet Türk’ü... Yumruktan ağırı, köşe yazısı kılığına girmiş şovenizmin, yumruğu alkışlayan dili oldu.

Ama hastanede nefret kusanları yatıştıran yine oydu: “Bu yol, aklın yolu değil. Sorunlar diyalogla çözülür” diyordu.

* * *
Sahne 3: 30 yıl önce Ahmet Türk’ü çırılçıplak soyup kalasla döven, foseptik çukurunda yüzdüren, bulaşık suyu içiren devlet, 30 yıl sonra “Ben kendi zulmümden bir nefret dağı yarattım. Baş edemiyorum. Gel sen görüş” diye yardıma çağırdı.

“İmralı dönüşü gözleri parlıyordu” demişler onun için... Dileyelim daim olsun.”

Evet, değerli okuyucular çekilen onca zulme rağmen; devam eden süreçte, mevcut koşullarda yaşananlara bakarsak sizce kime Nobel ödülü verilmeli? Bu kadar önemli, yakıcı, kan akıtan Kürd sorunu gibi bir meselede kimin dili, tavrı, söylemi; çözüme, barışa, yeni sürece, kanın durmasına yöneliktir. Başbakan’ın mı? Ahmet Türk’ün mü?

Oyunuzu vicdanlarınıza havale ediyorum. Kararınızı siz verin.

Başbakan’ın da hakkını yemeyelim diyenler de olabilir. Amenna, süreci o başlattı. Ama bu sürece uygun ne Sayın Erdoğan, ne hükümet üyeleri ne de AKP’liler söylem diline dikkat etmediler/etmiyorlar. Paris’te yaşanan vahşet gibi cinayete rağmen kullanılan dil yüzünden barışı yakalamanın kolay olmayacağı ortada. Peygamberimiz (sav) “ya hakkı konuşun.. ya sus..” demiş mi? Demiş. Bence hakikatler yazılsa ve söylense bu mesele biter.

Sayın Başbakan’a Nobel verilmeli mi derseniz cevabım açık. Türkiye’nin 90 yıldır en önemli meselesi “Kürd” sorununda Kürdlere verecek anayasal ve yasal demokratik eşit haklar getirdiği gün başta bu satırların sahibi ben olmak üzere 75 milyon Tayyip Erdoğan’ı “Nobel” ödülüne aday göstermekle kalmayıp, Nobel’i alması için var gücümüzle çalışacağız.

NOT: 10 Ocak Çalışan Gazeteciler Günü'nün tutuklu gazetecilerin olduğu bir ülkede kutlanamayacağı için o günle ilgili sadece üzüntü, endişe ve kınama tepkimi dile getiriyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
M. Latif Yıldız Arşivi