İrfan Sarı

İrfan Sarı

Meçhul bir öykü

Meçhul bir öykü

Eğer güneş batmadan köye varamazsa soğuk bedenini yakar ve ölüm kaçınılmaz olurdu. Onun için diz boyundaki karı yara yara Xopênê vadisinin güney doğusundan yürüyordu Meçhul. Ömrünün en güzel yılları bu dağların sarp engebesinde geçmişti. Rüzgârı nasıl keseceğini, karı nasıl yaracağını çok iyi bilmesine karşın gittiği yön dün gece esen rüzgârdan dolayı karı dondurduğu için çok sertti. Yaklaşık üç saatten beri yürüyordu. Artık yün çoraplarının bağcıkları buz tutmuş ayakları yavaş yavaş soğumaya başlamıştı.
Daha yürümesi lazım gelen üç saat kadar yolu vardı.

Meçhul, 25 yaşındaydı. Onun öyküsü bir ona mahsustu. Kimin aklını yormadı ki o öykü. Her gelen giden durup düşündü bu öyküye.

“Bebekken yayla yolunda bulmuştu onu hacı Rezo, Patiska işlemeli bir kundağa sarılıydı. Kundağına bir cevşen tutuşturulmuştu. Gözleri gök mavisi ve esmer tenli bu bebek sol kulağının üstündeki kocaman benden dolayı kolaycıktan tanınırdı.

O yayla yolundan bu civarın bütün köyleri Qereçler, Koçerler her bir kimse geçerdi. Bebeği bulduğunda etrafa bakındı kimseler yoktu ama burada saklanmak istese bir kimse bulunamazdı. Aldı bebeği ve katırının sırtındaki yüklüğe yerleştirdi.

Yaylaya vardıklarında bebek ağlamaktan bitap düşmüştü hemencecik boynuzsuz keçinin memesine tuttular. Doyunca karnı, garibim susuvermişti… kıl çadırın içine bir hamak kurdular sonra.

Bebek yaylada büyüdü mü kulağına türlü ses düşerdi. Kıl çadırın ilmeklerinden güneş sızar, ay incelirdi. Kar suyuyla coşan derenin çağlayışı insanın yüreğini ayaklandırırdı. Göğüs kafesinde bir kalp tüm ihtişamıyla korkusuz olup çıkardı. Yaylada büyümek varmış an be an…

Kaç yıl kaç zaman geçti aradan, Meçhul büyümek için çok acele ediyordu. Daha sekiz dokuz yaşında kuzu çobanı oldu. Köpeği bostan ile dağların altını üstüne getiriyor kuzuları en verimli otlaklarda besliyordu.

Köyün kuzeyindeki kayalıkta bir mağara keşif etmişti on yaşında… Kuzuları otlatmaya götürdüğünde gider o mağarada takvim yaprağındaki harfleri çizerdi… Bilmezdi ne anlama geldiklerini ama yazardı çünkü okul yoktu onların köyünde.

Hacı Rezo, babalığın en kıymetlisini yapmıştı ona. Bir gün bile tereddüt etmeden büyütürken Meçhul’ü bir oğulun yüreğinde lazım olan bütün mertliği ve yiğitliği esirgememişti ondan.

Daha bebekken köylerine gelen bir hayvan tüccarına bebeğin durumunu anlatmıştı hacı Rezo, onun için hayvan tüccarı madem buldunuz bu bebeği ismini de meçhul koyun gitsin demişti ve ismi nüfus kütüğüne meçhul diye geçmişti.

Meçhuldü gerçekten de ama tüm meçhullüğüne karşın bir anası ve bir babası da vardı. Köylü onu çoktan bağrına basmış bir parça ekmeği bile onsuz yemez duruma gelmişti.

Ona terk edilmiş bir bebek gibi davranmadı kimse.

Meçhul durmadan büyürken ömrünün en güzel yıllarını da askerliğe verdi. Sivas Temeltepe’de ilk askerliğini bir tek kelime Türkçe bilmeden yaptı.”

Hava giderek soğumaya başlamıştı. Ama yolu da bitmek üzereydi Meçhul’ün. Karanlık çökmeden karşı köye varsa şehre gitmek için dinlenecekti gece.

Nitekim köye varmış ve gece Babeli’nin evine konuk olmuştu. Ama onun yüreğinde sancılanmış bir gidiş vardı. Sabahı zorla getirir gibi bir o yana bir bu yana devindi.

Şafak açarken koyuldu yola yeniden.

Şehrin terminaline vardığında otobüs hareket etmek üzereydi. Biletini aldı ve koyuldu yola. Baba bellediği hacı Rezo, ölümcül hastaydı. Onun haberini aldığından beridir delirmiş yüreği iklimlerini buza çevirmişti.

Otobüs yolculuğu üç gün sürdü. Ankara’ya vardığında şehir ışıltılarına teslim olmuş bir geceydi. Hastaneye gitti. Tam kırk gündü görmemişti babasını, bir hasretle gözlerini dikti hacı Rezo’nun gözlerine ve içti tüm sevgisiyle onu. İstedi ki o bir kemik bir deri kalan babasının yerinde olmayı. İçinden ölüm istedi kendine.

Heci Rezo ölecek adam değildi. Ölse bir köy sahipsiz, kimsesiz, yetim kalacaktı. Devrildi ayakuçlarına babasının, diğer gün doktor “götür çocuklarının içinde ölsün diyene kadar”

O an aklından neler neler geçti. Doktorsuz ve sahipsiz bir kentten bir başka kentte reva görülen haksızlığı... Zalimliği. Sonra erkeliğin zincirini kırdı ağladı… Ağladı… Ağladı…

Verdi sırtına babasını, başkent onları kusuyordu. İçinden atıyordu dışarı. Hangi vakit hazım edebilmişti ki şimdi hazmedebilsin.

Yine uzun bir otobüs yolculuğu başladı.

Birkaç gün önce geldiği yoldan bu sefer babasını sırtlayarak dönerken evine, içinde büyüyen sahipsizliğin ve çaresizliğin giderek nefrete döndüğünü biliyordu.

Sırtında taşıdığı babasıyla köye karşı geldiğinde durdu. Köy evlerinin bacalarından dumanlar yükseliyordu. “Baba” dedi “az sonra eve gidip sobayı yakacam bir güzel terlersin sonra uyur sabaha ayağa kalkarsın”

39325Hacı Rezo konuşacak halde değildi. Göz kapaklarını araladı dürbünden bakar gibi elerlini gözlerine getirdi. Ve yığıldı…

Ölüm hasretine müsaade etmişti. Son bir kez görebildi köyünü. Meçhul bir kez daha erkeliğin zincirini kırdı hıçkıra hıçkıra isyana durdu. Tanrı tepesinde hüzne boğuldu. Karlar eridi bu yiğidin acısına. Güneş kızardı bozardı. Köye bir şilan düştü bir figan geldi.

Meçhul bu yazgıya baş kaldırdı sonra.

Vicdanı olmayan bir annenin terk etmesi yetmezmiş gibi vicdanı var olan bir babanın terk etmesi de gelip kapısını çalmıştı. Devlet baba dedikleri ise bir doktor esirgemişti onlardan. Bir yol. Bir okul. Bir selam.

Alıp başını dağlara sığındı. Dağlar oy. Öyküsünü de dağlarda öğrendi. Ama babasının mezarına gitmeyi hiç unutmadı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
İrfan Sarı Arşivi