İbrahim Genç

İbrahim Genç

Liboş Müslümanlar ülkesi

Liboş Müslümanlar ülkesi

Türkiye’de iktidarın, kitle iletişim araçlarının ve sermayenin “ortak çıkar” için tek elde toplanmasıyla başlayan tekelleşme; halkın istenilen şekilde yönlendirilmesine neden oldu. Bu durum beraberinde her ne kadar diktatörlüğe giden bir pencere açsa da bunun perdelenmesi de “tek el” tarafından kolaylıkla başarılmıştır. Böylece Türkiye’de bazı çevreler hızla etkinleşirken bazı gruplar da dışlanma noktasına gelmiştir. Özellikle AKP iktidarı döneminde her şeyin kontrol edilebilir düzeye getirilmesi için yapılan uygulamalar ve büyüyen cemaatler, toplumun birçok kesimini sistem dışına itmeye başlamıştır. “Ustalık dönemi” olarak toplumun hayali beklentilere sürüklendiği bu dönem; dışta tüm komşularla çatışma noktasına gelmeyi, içte ise sorunların çözülmesi bir yana demokrasiden uzaklaşmayı ifade etmeye başlamıştır.

Burada özellikle dikkat çeken nokta, AKP ve Fethullah Gülen cemaatinin geçmişte tavır al(a)madıkları ya da bizzat ifadeleriyle destek verdikleri darbelerle yüzleşme havası yaratmalarıdır. Özellikle Ordu’nun günah keçisi ilan edilip bertaraf edilmesi ilk zamanlarda demokrasiden yana olan herkesi mutlu ettiyse de zamanla ortaya çıktı ki AKP-Cemaat, sadece kendine engel olmayacak şekilde bunu yürütmektedir. Bu sebeple de Ordu’nun Kürtlere bakışı noktasında herhangi açık bir değişiklik görülmedi. Yargılanan askerlerin geneli AKP’ye karşı faaliyet içinde olmaktan yargılanmaya başlandı. Bugün bunun anlaşılmasından dolayı AKP-Cemaat ittifakı üzerinde kuşkular artmaktadır.

Bu durumun anlaşılması için Fethullah Gülen’in iyice analiz edilmesi gerekiyor. Gülen Cemaat’inin yayın organları bugün, 28 Şubat postmodern darbesinin yargılanması konusunda herkesten çok konuşuyorlar. Oysa geriye dönüp bakıldığında Cemaat’in heybesinde güçlünün yanında yer alış, iktidarlarla uyumlu oluş ve darbelere destek görüyoruz. Çünkü bugünkü siyasal ortam bunu böyle gerektiriyor. Burada gerek AKP ve gerekse Gülen Cemaati’nin neoliberal hayat anlayışları, “liboş” kavramını sözlük anlamını karşılıyor: “Liboş: Liberal ekonomiyi ve liberal siyaseti savunurken çabucak zengin olmayı amaçlayan ve bu yolda hiçbir değer yargısını kabul etmeyen, her şeyi mübah gören kimse (TDK, 2005).”

İşte bu liboş anlayıştan dolayı geçmişte hemen hemen tüm askeri darbelere övgüler düzenler bugün darbeleri yargıladıkları iddiasında bulunup demokrasi havarisi kesilmektedirler. Oysa Gülen her ne kadar 27 Mayıs’a sol nitelikler taşıdığı düşüncesiyle karşı çıksa da 12 Mart 1971 darbesini çeşitli demeçleriyle destekliyor. Bununla birlikte 1980 askeri darbesi yapıldığında Gülen, kendi yayın organı olan Sızıntı dergisinde “Son Karakol” yazısında darbeyi övüyor ve “Ümidimizin tükendiği yerde, Hızır gibi imdadımıza yetişen Mehmetçiğe bir kere daha selam duruyorum.” diyor. 28 Şubat 1997 postmodern darbesine gelindiğinde ise Gülen yine güçten yana tavır alarak askeri destekleyecektir. Konuşmalarında “Bu hükümet derhal bırakıp gitmelidir.” diyecek ve devamında darbecileri tehlikeye düşen cumhuriyet ve laikliği korumakla görevli kimselerin haklı olarak seslerini yükseltmesi olarak görecektir. Oysa 1980’lere kadar siyasal İslam’ın Erbakan ile Türkiye siyasetinde yaygınlaşmasıyla Gülen kendini göstermeye başlamıştı; fakat şimdi yine güçten yana durarak Erbakan’ı unutacaktı.

Gülen’in ta 1960’lardan bu yana takındığı pragmatist tutum onun kısa zamanda palazlanıp güçlenmesini sağladı. Bu gelişim 1980 darbesiyle iyice büyüme bandına girmiş ve Turgut Özal döneminde siyasal-ekonomik bir güç haline gelmiştir. Öyle ki bugün ekonomik büyüklüğü kestirilememektedir. Bunun yanında 2000’lerden sonra AKP iktidarı döneminde ülke siyasetinde bir gölge gibi varlığını her yerde hissettirmeyi başaran Cemaat, devletin birçok kurumunda örgütlenmeyi sağlamıştır. Bu şaşırtıcı büyüme noktasında Erdoğan Aydın’ın “Demokrasinin Dayanılmaz Ağırlığı” kitabında geçen şu ifadeler önemlidir: “Devlet tektipleştirmeci politikasının sonucu ve artan çelişkilerin toplumsal çelişkilere dönüşmemesi için İslamcılığı bizzat büyüttü, onunla ulusal ve uluslar arası ittifaklar yaptı. Fethullah Gülen gibi aktörler bu politikanın sonucunda devasa güçlere ulaştılar ve iç politikada olduğu gibi dış politikada da devletin etkin araçları olarak işlev gördüler (s. 207).”

Fethullah Gülen’in gençliğinden itibaren içine girdiği girift ilişkiler, kendi ifadesiyle önceden milliyetçi ve Turancı olması –ki bu sebeple Bediüzzaman Said-i Kürdi’yi ziyaret etmeyi gururuna yedirememiştir- son dönemde ise büyük bir sosyo-ekonomik güce ulaşması beraberinde Gülen Cemaati’ni siyasal bir aktör yapmıştır. Her ne kadar Gülen siyasetten haz etmiyor gibi görünse de her dönemde siyasete ilgi duymuştur. Bu da Gülen hareketinin neye hizmet ettiği noktasında tartışmaya neden olmuştur. Ki bugün itibariyle her ne kadar İslamî bir hizmet hareketi olarak görünse de Cemaat’in dini, Türk milliyetçiliğe hizmet edecek şekilde yorumladığı dile getirilmektedir. Bu sebeple de “İslam kardeşliği” geri planda kalmıştır. Bunun yerine “cemaat/grup/parti/ırk kardeşliği” ön plana çıkmıştır. İsmail Beşikçi’nin “Tarikatçılığın İslamiyet’in bünyesine soktuğu ayrılık çok büyük yaraların meydana gelmesine sebep olmuştur. Tarikatlarla Müslümanlar parçalanmış, İslamiyet’in içindeki birlik ve beraberlik ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla Hazreti Peygamber’in kurduğu İslam kardeşliği zamanla tarikat kardeşliğine dönüşmüştür (Doğu Mitingleri’nin Analizi 1967, s. 51).” sözleri de Cemaat’in bugün içine düştüğü durumu anlatmaktadır.

Özellikle Kürtler ve Kürt sorunu söz konusu olduğunda Gülen’in ve Cemaat’in yayın organlarının tavrı çok dikkat çekicidir. Tamamen devletle uyumlu olan bir anlayışla, Kürtlerin örgütlenmesi ve bir halk olarak kabul edilmesine karşı bir direnç görülür. Cemaat’in yayın organları dizilerle ve çeşitli ifadelerle adeta Türk halkının kafasını karıştırmak ve Kürtlere düşman etmek amacı gütmektedir. Birçok kesim tarafından bir din büyüğü olarak Gülen’in buna karşı sessiz kalması da onun onayladığını göstermez mi? Ki bir defasında siyasal Kürt örgütlenmesini ve ulus bilinciyle hareket eden Kürtleri kastederek “Köklerini kurut, birliklerini boz” gibi beddualar edebilmişti. Oysa biliriz ki bir alim/din adamı nefrete saplanmaz, sağduyulu davranır ve yapıcı-birleştirici konuşmalar yapar. Biraz Hazreti Peygamber’in hayatını okuyanlar onun tüm eziyetlere rağmen nasıl sabırlı ve merhamet dolu olduğunu bilir. Öyle ki Taif’e gittiğinde Taifliler onu taşlamış, eziyet etmişti. İstese Allah cezalandıracak Taiflileri ama Hazreti Peygamber her zamanki gibi merhametin kendisi oluyordu ve Taiflilerin hidayete kavuşması için dua etmişti.

Bu konuda Yasin Ceylan “Kürtler ve İslamiyet” adlı makalesinde devletin Gülen Cemaati vasıtasıyla Kürtlerin kimlik iddiasından vazgeçirmeye çalıştığını anlatır. Ceylan, Kürtleri kavmiyetçilikten kurtarmaya çalışan Cemaat’in bizzat kavmiyetçi ve ırkçı olmasının garabetini dile getirdikten sonra Gülen Cemaati’ni kastederek “Nur risalelerinde geçen ‘Kürt’ ve ‘Kürdistan’ kaldırıp yerlerine başka kelimeler koymakla, ümmet kardeşliği yerine Türk kardeşliğini koyarak, onun (Said-i Kürdi’nin)  davasına ihanet etmiyorlar mı?(Radikal İki, 06.03.2011)” diye sorar ve Fethullah Gülen cemaatinin Kürtlere bırakın İslamiyet’i öğretmeyi, bizzat Cemaat’in İslamiyet’i Kürtlerden öğrenmesi gerektiğini dile getirir. Ki Cemaat’in Kürtlere Kürtçeye bakışındaki art niyet ve devlet milliyetçiliğine eklemlenmişliği, Gülen’e yakınlığıyla bilinen Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı’nın üyesi Cemal Uşak verdiği röportajdaki ifadelerinde ortaya çıkmıştı. Cemal Uşak röportajda “Caiz olduğu söylenen Kürtçenin özgürlüğünü savunmak lazımdı ama bu yapılmazdı. Çünkü dindarlar üzerinde de hegemonyasını sürdüren bir resmi söylem vardı. Milliyetçi, resmi söyleme kapılınca benim camiam da Kürtlerin varlığını kabul etse de vicdani gerekliliğini yapamamıştı. Genelde milliyetçiler ve biz dindarlar, ‘Çin zulmü altında’ anadillerini konuşmaktan men edilen Türkistanlı ırktaşlarımızın veya Bulgaristan’da Türkçe isim alamayan kardeşlerimizin derdine yandık. Onlar için ağıtlar düzdük ama burnumuzun dibindeki Kürtlerin anadilleri konuşamamasının ıstırabını hissetmedik (Radikal, 10.10.2011).” diyordu.

Sonuç olarak kitabımız Kur’an-i Kerim’de Allah “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol! (Hûd suresi, 112)” buyururken Hadis-i Şerifte  “Müslüman, insanların elinden ve dilinden emin olduğu kimsedir.” denilmektedir. İslam dünyası; dini kendi siyasal otoritelerine alet ettikçe İslam kardeşliği zarar görmektedir. Bu sebeple de devletin, dini bir araç olarak kullanmaması gerekiyor; fakat ülkemizde görüyoruz ki kimi güç odakları güçlenmek için din tacirliğini her defasında yapmaktadır. Öyle ki son dönemde eğitim sisteminde yapılan değişikliklerde dinle ilgili yeni gayretler, dinin siyasal bir araç olarak sürekliliğinin sağlanmasını amaçlamaktadır. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
17 Yorum
İbrahim Genç Arşivi