Özgür Amed

Özgür Amed

Kürt praksisi: Mizah

Kürt praksisi: Mizah

Kürtler yaşamı yatay yaşar. Odak noktası direk kendisi değildir. Dikeyin üstenci, diktenci reddiyesini en başta yapar. Bu, sahip olduğu toplumsallıkla, toplumsal mirası ile doğudan ilintilidir. Ve biliyoruz ki toplumlar yaşama dair kodlarını beslendikleri ağlardan alıp yaşamın tüm alanlarına sirayet ettirir.

Bu hayatta kalmanın da kültürünü yaşamanın da bir yöntemidir.Bizler bunu tek bir yoldan yapmayız. Dürtülerimiz, öğretilerimiz, duygularımız ve aklımız ölçüsünde içinde bulunduğumuz aura ile harmanlar, ona göre bir yol belirler ve yine ona göre davranışlar sergileriz. Elbet bu davranışlarımız herkesi mutlu etmeyebilir. Karşımıza ya aile ya komşu ya da dünden hazır “sistem, devlet, iktidar” çıkacaktır. Özünde bunlar zaten birbirini besleyen şeylerdir. Yani savunduğumuz tüm şeylere, yapmak istediklerimize kısacası bir deneyim alanı olarak “özgürlük” hissiyatına, ulaşmak istediğimiz her anın bir faturası vardır. Yani kaçınılmaz son olarak artık hedefsinizdir. Muktedir seni ve senin çölde gördüğün hayali bile ölçeklendirmek, şekle sokmak ister. Çünkü insanlık tarihi bu realitenin tarihidir. Ve bu hedefe oturtulan bizler Deleuze’nin o muhteşem “İktidar hayatı hedef aldığında, hayat iktidara direniş olur” tespitine denk düşeriz. Çünkü başka çare yoktur… 
 
Bu makalenin de amacı hayatın iktidara direniş alanlarından birini tartışmak. Bu alan Kürtlerin günlük pratiğinde çokça ve oldukça yaygın bir şekilde yer almasına rağmen, görsel-yazınsal hayatında dönemsel farklılıklarla yer alıp kaybolan, arada tekrar dirilen bir direniş alanıdır. Özellikle sömürgecilik, savaş şartlarında ayakta kalmaya çalışan toplumlarda mücadele çok yönlüdür. Bu mücadele pratiklerinden bazıları kendiliğinden doğar, bazıları yaratılır ve bazıları da dönemin ruhuna göre şekil değiştirir. Mizah, toplumsal muhalefette en etkili silahlardan biri olarak günümüze kadar gelebilmiş ve güncelliğini yitirmemiştir. Çünkü mizah, “izah”tır. Anlamını içinde barındırır. Mizahın mücadele yönü ve direniş pratiklerine bakmadan önce Kürtlerdeki üretimlerin tarihsel arka planına bakmakta fayda olacak… 

Mîrkût, Zengil, Îsot, Golik, Qirix, ekGündem

Açıkçası Kürtler şimdiye kadar toplamda kaç tane dergi çıkardı bilmiyorum. Yüzlercesi çıkmıştır diye düşünüyorum. Çünkü 1985 yılında benzer bir tartışmada ortalama sayı 400 olarak veriliyor. Sadece son 10 yılı baz alırsak, bu konuda çokça ilerleme olduğunu söyleyebiliriz. Tabii burada sürdürülebilirlik ve niteliğini tartışmıyorum. Dergicilik maceramızın genel ihtivasının “siyaset, kültür” olduğunu gözlemlemek zor değil. Spesifik konulara -örneğin çocuk, kadın, çevre- yönelmiş dergilerimiz çok değil. Hatta 1960’tan önce ilk kadın dergisi “Huner” Süleymaniye’de çıkıyor. Ondan sonra sadece kadına dair kaç dergi yaratabildik muamma. Mizah dergiciliğimiz içinde macera çok eski değil. 
Elbet mizah kavramını burada baskın tanım olarak ele almıyorum. İçine ironi, hiciv, kara-politik karalamaları da ekleyerek düşündüğümü belirtmek istiyorum. Bu manada Şêx Riza Talabanî’ye (1832-1910) değinmeden geçmek doğru olmaz. Kürt edebiyatında hiciv sanatının kurucusu kabul edilen Talabanî, keskin dili ile yaptığı taşlamalar çoğu zaman tepki çekse de o bundan vazgeçmemiştir. 

İlk Kürtçe mizah dergisi Mîrkût kabul edilir. 1 Temmuz 1985’te Stockholm’de çıkarılır. Derginin sloganı “Mîrkûtên xwe bilind bikin” olarak belirlenir. Mizahın “vurucu” gücüne atfen iyi bir seçimdir. Tokmak ile birileri vurulacaktır. İlk sayıda iki önemli kıstas ve bir nevi de çerçeve şöyle belirlenir: “Emê xwe li bin çenge pir kesan û pir tiştan xin.” “Emê tilîya xwe di her qulik(kun)î re kin.” 

Mîrkût içerik olarak hem Kürt insanını hem de başta Türkiye olmak üzere diğer egemenleri hedefe koyar. Söylem, çizimler bunlar üzerinden gelişir ve bir yüzleşmeye davet edilir. Sadece 3 sayı çıkarılabilmiştir. İlk sayısı çokça ilgi görmüş olmalı ki daha 2. sayısında yeni bir mizah dergisinin duyuru ve müjdesini yapar. 
Bu yeni kurulan derginin adı “Zengil”dir. Bu dergi de Avrupa’da çıkar. Sürgün hayatı yaşayan ve yazı-çizi ile uğraşan Kürtlerin bir ürünü olarak raflardaki yerini alır. Herhangi bir sayısına ulaşamadığım için içeriği hakkında bir fikrim yok. Bağımsız bir dergi olmaktan çok, o aralar Kurdistan Press gazetesinin bir eki olarak yayına başlar. 4-5 sayı çıktıktan sonra o da son bulur. 

Aynı yıl (1985) ilk Kürtçe karikatür dergisi de çıkar. Adı “Îsot”tur. Herkesin ağzına acı sürmeye yeminli bu dergi, akıl dolu eleştiri ve çizgileri ile 1987 yılına kadar devam eder. İki ayda bir çıkan dergi 1987 yılında 8.sayısı ile veda eder okurlarına. 
Daha sonra bayrağı Türkiye’de bulunan Kürtler devralır. 9 Nisan 1992’de İstanbul’da yayına başlayan “Tewlo” dergisi çok az da olsa Türkçe’ye yer veriyordu. Musa Anter, İsmail Beçikçi, Halil İncesu ve Doğan Güzel gibi isimlerin yanı sıra pek çok isme kucak açan derginin ömrü çok uzun sürmez. 3 ay kadar sonra, Temmuz ayında kapatılır. Bu zaman diliminde 13 sayı çıkabildi. Tewlo’nun mizaha katkısı sadece içerik ve üretim odaklı değildir. Yani Kürdistan’da savaşın en ağır şartlarının yaşandığı dönemde çıkması itibarıyla da devrimci bir girişimdir. İddialı bir çıkıştır... 

1999 yılına kadar bu alanda bir üretim göze çarpmaz. İmam Cici, Rewhat Aslan, Xelil Ziravav(Halil İncesu) ve Eşref Mumcu öncülüğünde yeni bir girişim başlar. “Pîne” dergisi kurulur. Politik mizahın baskın olduğu bu dergi 2002 yılı Temmuz’unda kapanır. Tewlo ve Pînê’nın devlet ile başlarının çokça belaya girdiği bilinen bir şey. 2002 sonrasından günümüze kadar ise dergi olarak ya da direkt mizah hedefli bir içerik göremiyoruz. Özgür Gündem, Özgür Politika ve Azadiya Welat gazetelerinin köşe yazılarına çekilen mizah, artık tek düze olarak kendini burada yaşatmaya çalıştı. Doğan Güzel’in çizdiği Qirix; Keko, Siyasî Abê, Dewê, Hacî Silêman, Feyzo ve bilinen adı ile Pêxwasên Amedê şeklinde halen devam eden ender işlerden. Önemle belirtmekte fayda var. ekGündem diye bir ek çıkarıldı zamanında. Gazetenin hafta sonu eki olarak çokça ilgi gördüğünü biliyorum. Dr.Martinez adı ile bir dönem ipi göğüsleyen Dr. Altay Martı ve Evrim Alataş’ın Fincani Xanim’ı burada çokça sevilmiş ve ilgi görmüştür. 

Genel olarak 2002’den sonra olmak üzere, son 7-8 yıl mizah alanında yazı-dergi kısmına sırt çevrilmiş durumda, daha çok tiyatro içine çekilmiştir. 2012 yılında ilginç bir gelişme olarak “Golik” dergisini sayabiliriz. İçerideki arkadaşların emekleri ile emekleyen ve şimdi dışarı ile desteklenen bu dergi, okuyucunun sahipsizliğinden şikayetçi. Bugün mizahın da çok rahat tüketilebiliyor olmasından mütevellit kesimlerin dikkatini tam olarak cezbedemedi. Peki, neden mizah bir anda yok oldu? Çokça ilgi görmesine ve belli başlı boşlukları doldurmasına rağmen neden üretim yapılamadı? Belki biraz bunu tartışmak lazım… 

Aşırı politizasyon kıskacında üretim sorunsalı

Platon “ideal bir toplum için komedi ve gülmekten tamamen arınmamız gerekir” dediğinde ona ilk karşı çıkan Aristo olmuştur. Gülmenin, komedinin gücünü bildiğinden korkuyordu Plato. Çünkü mizah trajedilerle baş etmenin en etkili yoludur. Bugün en iyi mizahı en derin trajedilere sahip olanların/toplumların yapması tesadüf değildir. İroni böylelerinde bir dünya görüşüdür. Olaylara farklı bir bakış açısı getirmek, bilerek çelişkiler yaratmak muktedirin korku duvarlarını da yıkmanın en etkili yoludur. Soren Kierkegaard “İroni Üzerine” adlı eserinde bu meseleye dair mikro ve makro düzeyde kavramsal bir tartışma yürütür. Sokrates’ten yola çıkarak mizahın, ironin muhalif işlevini aktarır. 

Kierkegaard’e göre “ironi yapan kişi, sevdiğinin kanını emen ve ona serin rüzgarlar estiren bir vampirdir; sevdiğini ninnilerle uyutur ve uykusunda korkunç kabuslarla işkence eder ona”. Çünkü ironinin aşağılamadan farkı vardır. Çünkü ironide zeka vardır ve her şeyden önce muhatap bellidir. Ortak düşmana eleştiri yöneltilir. İşte ironi bunun en iyi yoludur. Emilen kan muhteşem bir öç almanın da hikayesidir. Gülmenin ciddi bir iş olduğunu bilenler, yıkıcılığına da şahitlik etmişlerdir. Ortaçağın şiddet ruhundan, saçmalıklarından günümüze dek bazen bir savunma bazen de bir saldırı yöntemidir. Alexander Herzen haklı olarak “Gülmenin tarihini yazmak ilginç olurdu” dedikten sonra şunu ekliyordu: “Eski çağda, Aristophanes’in komedyalarını izleyen halk Olimpos’ta ve yeryüzünde gülmekten kırılır, Lucian’la birlikte kahkahalar atardı. İnsanlık 4. yüzyıldan itibaren gülmeyi bıraktı; yalnızca ağladı ve zihin, iniltiler ve pişmanlık feryatlarıyla zincire vuruldu. Kilisede, sarayda, resmî geçitte, bölüm başkanının, polis memurunun ve yöneticinin karşısında kimse gülemez. Serf, toprak sahibinin karşısında gülme hakkından mahrum bırakılmıştır. Ancak eşitler gülebilir. Eğer ast üstün karşısında gülebilseydi, bu saygının sonu olurdu. İnsanları Öküz Başlı Tanrı karşısında gülmek zorunda bırakmak, onları kutsal mevkilerden sıradan öküzler düzeyine indirmek demektir.”

Özgürlük mücadelesinde bir özne, benliğin ontolojisi için de elzem olan mizahın şuan Kürtlerde sadece belli alanlarda hayat buluyor olmasının, otorite ile olan ve değişen ilişkimizden bağımsız ele alınamayacağını belirtmekte fayda var. Bir halkın praksisi olan bu eleştirel alanın, gelinen süreçte aşırı politizasyona eklemlenerek nefessiz bırakıldığını ve “ciddi”, “saygın” görünümlü roller sergilemek zorunda kalan insanı yarattığını görebiliyoruz. Ciddiyeti en iyi şekilde mizah kırar. İktidarlar korku ve sevgi arasında bir tercih yaparlar yönettiklerine karşı. Korkudan asla vazgeçmezler çünkü korku saygıyı getirir. İşte bu saygının arkasına maskelenmiş samimiyetsiz ciddiyet ancak eleştirel bir mizah ile yıkılabilir. 
Genel olarak çevremde gözlemlediğim şey, sert savunma reflekslerimizin politik bir çerçeve ile çerçevelendiği ve ironiye dahi tepkisel olduğumuz yönünde. Bu model son yıllarda yetişti. Örneğin KCK operasyonları hayatımızın her alanını etkiledi. Gülmemiz de buna dahildir. Peki, bu korkunç insan kıyımı arasında mizah yapılabilir mi? Mesela KCK üzerine mizah yapılabilir mi? 

Evet yapılır, yapılmalıdır. Eğer bu operasyondan bot, eşek, mont gözaltına alınabiliyorsa sonucu ne olursa olsun bunun mizahı yapılmalıdır. Çünkü karşı taraf çok ciddi! Bugün Kürt toplumuna yöneltilen saldırılar nasıl ki çok boyutlu ise bizlerin de buna göre konumlanması gerek. Çünkü kağıt üzerinde “güçsüz” olan, öyle gösterilen genellikle güçlü/ezen durumda olanın huzurunda stratejik bir tavrı benimsemek zorundayken ve adını ve üstünlüğünü aşırı dramatize etmek güçlünün çıkarınayken iktidar ilişkilerini nasıl inceleyebiliriz[J.Scott]

İnceleyemeyiz çünkü üretim sıkıntımız vardır. Düşünmenin baş tetikleyicisi olan üretimin bugün bizde es geçilen bir gerçek olduğu ortada. Sıkıntı, üretecek olanların azlığı değil. Kesinlikle değil. Yeraltında olmak üzere, etrafımızda onlarca üretim yapabilecek insan var. Harekete geçiremiyoruz. Mizah alanı için de bu geçerli. Evin içinden başlamak üzere, mahalle sokaklarından kurumların içine kadar sinen bir çelişkiler yumağı var. Bu çelişkileri farklı bir dille aktaran, açığa çıkaran ve politik gülmecesini de yapabilen insanlar çokça var. Ama bunlar yok… Hatta öyle bir hale geldik ki Charles Baudelaire neredeyse haklı çıkacak(!) “gülme eyleminin mutluluk cennetinde olmadığını, gülmenin tıpkı ağlama gibi acının çocuğu olduğu” tespiti ile… 

Bir direniş yöntemi olarak mizah

Sofokles’in ünlü eseri Antigone adlı oyunda Antigone’nin sevgilisi/nişanlısı Haimon’dur. Haimon babası Kreon ile bir konuşmasında şöyle söyler: “Varlığımız sıradan insanları korkutuyor, duymak istemeyeceğiniz şeyleri söylemekten korkuyorlar. Ama karanlık köşelerde söylediklerini duydum, tüm şehir bu kız için yas tutuyor, şerefli bir hareket yaptı diye. Haksız yere utanç içinde ölmeye mahkum edilmesine üzülüyorlar… Bunlar konuşuluyor şehirde gizliden gizliye”…
Haimon’un artık anladığı şey bir Etiyopya atasözünde saklıdır: “Akıllı köylü, büyük efendinin karşısında yerlere kadar eğilir; ama sessizce osurur” der. Çünkü ezme biçimleri ezilenlere sıradan negatif karşılılık (tokada tokatla, hakarete hakaretle cevap verme) lüksünü vermez. Tanımaz. [J.Scott] Ondandır bu karanlık köşelerde konuşuluyor oluşu. Bu aynı zamanda konuşanların asla kabul etmeyeceği bir gerçek… 

Bugün 90’lar tecrübesinden geçmiş ve 2000 sonrası bir değişim dönüşüm ile yeniden kendini yaratan Kürt hareketi, kolonyalizmin ve diğer tüm baskıcı yaklaşımların cenderesinden köylerinden şehirlerine kadar geçmiştir. Bu geçiş hala büyük bir mücadele ile devam ediyor. Bunlar yaşanırken bizim karşı taraf ile “açık, gizli ve kamusal senaryolar”ımız oluştu. Dolaylı ve dolaysız yollardan hep bir ifade etme, darbe vurma, kendini rahatlatma, karşıya zarar verme, saldırı sonuçlarını en aza indirme, sıkıntıları paylaşma, rol yapma(iktidar ile karşılıklı) derdi taşıdık. Balzac bundandır ki “meyhane halkın parlamentosudur” der. Çünkü en rahat konuşabildiği yer orasıdır. Dertlerine çözüm bulabildiği mekan orasıdır. Yani direnişi mekandan ayıramazsın. Orası senin kurgu alanındır. Toparlamak gerekirse “Kültürel biçimler bildiklerini söylemeyebilirler, söylediklerini de bilmeyebilirler, ama yaptıklarını kastederler; en azından praksislerin mantğında.”[Pual Willis]

J.Scott bu bahsettiğimiz “senaryoları” derin bir şekilde açar ve iki tabi olan ile muktedir olan açısından deşifre eder tüm yöntemleri. İddiası şudur: “Her tabi grup kendi sıkıntılarından, hakim olanın arkasından dile getirilen bir iktidar eleştirisini temsil eden bir gizli senaryo yaratır. Güçlü olanlar da hakimiyetlerinin açık açık itiraf edilemeyen pratiklerini ve iddialarını temsil eden gizli bir senaryo geliştirirler”. 

Bugün biz Kürtlerin de çeşitli senaryoları var. Bunlar kişisel senaryolarımız. Bu senaryolar üzerinden direniyoruz. Çünkü kendimize biçtiğimiz roller ve maskeler var. Devrimci bir tutum olarak gülmeyi, gülmeceyi, ironiyi bugün iktidar/ezen üzerine yöneltmek aynı zamanda bir ödevdir de. Bu ödev, rahatlatan ve korku salmaya çalışan karşı tarafı çokça korkutan bir eylemselliktir. 92 yılında Tewlo adı ile bir canavara savaş açmak, gülebildiğini ve her ne olursa olsun onu kaale almadığını da ilan etmek bir direniş değil de nedir? 
Bunun dışında bugün hapishaneler hikayelerle dolup taşmış durumda. Seni tutsak ettiği, bedenine el koyduğu, düşündüğü yerden, o kapalı kapılar arkasından sen kahkahalar atıyorsun. Kitaplar yazıp bunları paylaşıyorsun. İşte o her bir gülümseme, her bir ironi oradaki gardiyanından tutalım, diğer tüm yapılarına da birer hançerdir. 

Son sözü Hannah Arendt’e bırakalım… 
"Otoritenin en büyük düşmanı ve onu zayıflatmanın en kesin yolu kahkahadır…"

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
Özgür Amed Arşivi