İbrahim Genç

İbrahim Genç

İki Dil Bir Ülke -I-

İki Dil Bir Ülke -I-

Önceki yazıma gelen eleştirilere saygı duymakla birlikte bir noktanın anlaşılmadığı kanaatindeyim. “Kütahyalı ve Üç Nokta” adlı yazımda söz konusu yazarın kişiliğine ya da yazılarının içeriğine yönelik bir eleştirim yoktu. Ki olamaz da, çünkü sevdiğim ve okuduğum değerli bir yazar. Ama unutulmamalıdır ki bir yazının iki yönü vardır: Yazıda savunulan fikirler, dilin kullanılışı. O yazıda sadece uzmanlık alanım gereği ve yazarın yazılarında söz konusu hataların çok dikkat çekmesinden dolayı ben de dil üzerine bir eleştiri yazısı kaleme aldım. Yazı dili, ölçünlü bir dil olduğu için, yazılarda konuşma dilinin serbest kullanımı söz konusu olamaz. Yazımda verdiğim Konfiçyus’un sözü doğru anlaşılmalı. Gazete dilinin önemli olduğu üzerinde yığınla dilbilimsel çalışma var. Zaten yazı dili dediğim şey de kitapların, dergilerin, gazetelerin dilidir. Düşünün ki bir dili, herkes kendi kafasına göre kurallarla yazılarda işliyor. Böyle bir durumda dilde sistematizasyon oluşturulabilir mi? Bunun yanında Kürtler ve Türkler artık birbirlerine jest yapmasını öğrenmelidirler. Bakın İsmail Beşikçi ile Akın Birdal, Türk olmalarına rağmen Kürtlerin dili ve hakları için mücadele veriyorlar. Türklerin bu iki aydına “Siz Türksünüz, size ne Kürtçeden?” demesi karşısında ne hissederiz? Bunları düşünüp, sağduyulu bir şekilde davranmalı ve dilleri sevmeliyiz.

Bilmeliyiz ki dil, toplumlar için en önemli kültür öğesi olması itibariyle ulusların en çok değer verdikleri unsurlardandır. Öyle ki bir toplumun kültürel bütün üretimlerinin belleği dildir. Aynı zamanda dil, kültürel üretimin gelece taşınmasını sağlayan canlı bir sistemdir. Sadece bu da değil, dil ki bir halkın ta kendisidir. Çünkü tarih bize gösteriyor ki, dillerini koruyan toplumlar daima ayakta kalmışlar. Yani bir halk, ister başka bir yere sürülsün isterse toprakları tamamen ellerinden alınsın, eğer bu durumda bir halkın dili korunabilmişse o halk asla yok olmaz.

Yine dil ile düşünce arasındaki ilişkiyi araştıranların söyledikleri de dili bizim için daha önemli kılabilmektedir. Öyle ki insanların düşüncelerinin zihinde netleşmesini sağlayan ana unsurlardan bir tanesinin dil olduğu, insanların bildikleri kelime sayısınca düşünebildikleri de vurgulanan bir başka özelliktir.

İşte bu nedenlerden dolayı 21 Şubat’ın 2000 yılından bu yana Dünya Anadili Günü olarak kutlanması çok önemlidir. Böylesi uluslar arası organizasyonların dilin önemine dair bir farkındalık yaratması ve bunun neticesinde UNESCO tarafından her yıl yeryüzündeki dillerin durumları ile ilgili raporlar yayımlanması önem arz etmektedir.

Bugün yeryüzünde egemen güçlerin yasakçı tutumları yüzünden birçok dil yara almakta, hatta yok olabilmektedir. Totaliter-asimilasyoncu zihniyetler, yeryüzünde birçok dilin zayıflamasında ya da gelişememesinde en önemli etkiye sahiptir. Tabi işin “tarihin cilvesi” olarak gördüğüm kısmı, bazı dillerin başka diller nedeniyle zayıflayıp gerilemesi ve zamanla bu dilin de başka bir dilin gelişmesine engel olmaya çalışmasıdır. Dilbilim ve Türkoloji okumalarımın bana öğrettiği en büyük şey de bu oldu. Çünkü görüyorum ki geçmişte Türkçenin başına gelenler, bugün Kürtçenin başına geldi, geliyor. Bu sebeple ben de bu yazımda Türkçenin geçmişte karşılaştığı sorunları öncelikle ele alacağım. Sonra da buradan Kürtçenin durumuna geçeceğim.

Şu çok iyi bilinmelidir ki yazımın amacı herhangi bir dili küçümsemek değildir; bu yazıda amaç, uzun yıllar yan yana yaşayan Türkçe ile Kürtçenin “ortak kaderi”nin anlaşılması ve empati duygusunun geliştirilmesidir. Özellikle bugün, bilmeden Kürtçeye acımasızca saldıranların ve Kürtçedeki alıntı kelimeleri abartıp Kürtçeyi küçümseyenlerin bu yazıdan öğrenecekleri bir şeyler olduğuna inanıyorum.

TÜRKÇENİN ZOR YILLARI

Türklerin İslamiyet’i kabul etmeleriyle Arapçanın bilim dili olarak kullanılmaya başlandığını, Farsçanın da edebiyat dili olarak kabul edildiğini biliyoruz. Biraz da ümmetçilik anlayışının getirdiği bir sonuç olarak Türkçe, Arapça ve Farsçanın içinde adeta kaybolmaya başlamıştır. Özellikle Eski Anadolu Türkçesinden (13, 14, 15. yüzyıllar) sonra Türkçe, yabancı sözcük istilasına uğramıştır.

Bu dönemde Aşık Paşa, Gülşehri,Yunus Emre gibi Türkçe yazanlar olsa da eserlerin çoğu Arapça ve Farsça yazılmaktaydı. Bu dönemde, Türkçenin ihmal edilmesinden dolayı Aşık Paşa’nın anadili bilinci ile hareket ettiğini söyleyebiliriz. Ki dönemin Türkçe özelliklerini taşıyan Garip-name’si, Türkoloji bölümleri için Eski Anadolu Türkçesinin incelenmesi için temel kaynaktır. Bu dönemde Türkçenin ihmal edilmesini Aşık Paşa sitemkar bir beyitle şöyle ifade eder:

 “Türk diline kimsene bakmaz idi
Türklere hergiz gönül akmaz idi”

Aşık Paşa, Türkçenin ihmal edilmesinden yukarıda yazdığım beyitle sitem ederken Ali Karamanlıoğlu da Eski Anadolu Türkçesini kast ederek “…genellikle Türk dilinin daha uzun bir süre hor görüldüğü de bir gerçektir (Türk Dili, Dergah yay. S. 68).” sözleriyle bu tespitte bulunur.

Türkçede yabancı kelimelerin girmesi, 15. yüzyıldan itibaren  daha da fazlalaştığını ve 16. yüzyıla gelindiğinde Türkçenin büyük oranda Arapça ve Farsçanın etkisine girdiğini görüyoruz. Bu dönemde Türkçeye sadece yabancı kelimeler girmemiş, bunun yanında Arapça ve Farsça çok sayıda dil bilgisi kuralları da girmiştir. Ziya Gökalp “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı kitabında bu durumu “Arapça ve Farsçanın Türkçeye etkisi yalnız kelimeler vermekten de ibaret değildir. Arapça, Farsça tamlamalar, edatlar da Türkçeye girmiş, Türk dilbilgisini bu iki dilin kurallarıyla bir  karışım haline getirmiştir (s. 21).” Türkçe için en büyük tehlikeyi de bu oluşturuyordu. Prof. Dr. Muharrem Ergin de “Türk Dil Bilgisi” adlı kitabında Türkçeye Arapça v Farsçadan sayısız kelimenin girdiğini, bu kelime alıntısının isim sahasıyla sınırlı kalmasına rağmen, zamanla bozulmanın fiillere de sıçradığını belirttikten sonra kitabında durumun vahametini “Türk yazı dili Osmanlıca devrinde esas yapısı Türkçe olan fakat Türkçe, Arapça, Farsçadan meydana gelen üçüzlü, karışık ve son derece sun’î bir dil manzarası göstermiştir (s. 19)” sözleriyle ifade eder.

Yine Tahir Nejat Gencan da Türkçeye sadece kelimelerin girmediğini, bunun yanında birçok yabancı gramer kurallarının girdiğinden bahseder. Gencan, TDK onaylı “Dilbilgisi” adlı kitabında bu durumu “Alınan sözcükler çoğullama, türetme, birleştirme, hatta tamlama ve çekim gibi kurallarıyla alındıkları için; pek çok da yeniden türetildikleri için yabancılıklarını yitirmemişler; öz Türkçeyi ezmişler, gelişmesine engel olmuşlardır (s. 365)” şeklinde anlatır.

Her ne kadar diller arası sözcük alıverişi normal karşılansa da başka dilin gramer kurallarının alınması ve dilin sentaksının (söz dizimi, cümle düzeni) bozulması dil için büyük bir sorundur. Türkçe de bu talihsizliği yaşamıştır. Bugün kullandığımız birçok sözcüğün çoğullama, tamlama vesaire gibi özellikler de buna örnektir. Şöyle ki kullandığımız şu sözcük ve söz grupları da yabancı dillerin gramer kurallarıyla yapılmıştır: gidişat, hademe(zaten çoğul anlam veriyor, bu kelimeye çoğul eki getirilmesi), askerî elbise, edebî metinler, bihaber, merkezi hükümet, hayalperest, sürc-i lisan

Osmanlıcanın ekseriyetle Arapça ve Farsça sözcüklerden oluştuğunu Mehmet Kaplan’nın “Kültür ve Dil” adlı kitabından da okuyabiliyoruz. Agah Sırrı Levend ise TDK yayınlarından çıkan “Dil Üstüne” adlı kitabında 1966’da yazdığı bir yazısında bu durumu “…Bundan 70 yıl önce yazı dilinin %60’ı Farsça, %25-30’u Arapça, ancak %10-15’i Türkçe… (s. 23)” sözleriyle ifade eder. İşte bu sebeple de Tatavlalı Mahremi ve Edirneli Nazmi ile her ne kadar Türki-i Basit akımı ile mahallileşmeyi başlatmak istediyseler de bu, başarılı olamamıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
9 Yorum
İbrahim Genç Arşivi