Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Hüzünlü Vedâ

Hüzünlü Vedâ

Ve işte gece yarısı…

 

Dışarıda zifiri karanlık… Şehir kara örtüsünü iyiden iyiye kuşanmış.

 

Vakit tamam.

 

Yavaşça doğruldu yatağından…

 

Elleri hüzünden mi bilmem, titriyordu. Valizini aldı, gardırobun önüne bıraktı, açtı fermuarını. Dizlerinde mecal kalmamıştı. Zoraki bağdaş kurarak oturdu. Elbiselerini itinayla yerleştirdi. Doğruldu. Bir ömür boyu kendisini usanmadan taşıyan dizleri neden böyle birden yorulmuştu. Gözleri ceviz yapılı ahşap masaya ilişti… Üzerinde yarım kalmış bir romanı… Cümle yarıda kesik… Elini uzattı. Dokunacaktı. Üşendi. Dokunmadı. Çekiverdi elini.

 

Masanın üzerindeki ufak lamba, loş ışıklarını romanın üzerine serpiyordu… Yarım kalmış romanı tamamlamak ister gibi… Hemen ötede cam yapılı yuvarlak kül tablası… İçinde küllerin arasında kıvranan iki izmarit… Durumu şimdi ne kadar da bu izmaritlere benziyordu… Acımasız hayatın ağır yükü altında kıvranıyordu. Sanki yaktığı her bir sigarayla yüreğinin bir yerini acımasızca yakıyor, kangrene dönmüş bir uzvunu ateşe veriyordu… Dudağına her filtreyi alışında gönlünün ortasına yakıcı bir alev düşüyordu.

 

Birden kaldırdı başını. Pencereye doğru yürüdü… Yorgun, morarmış gözleri, pencere kenarında duran ilk romanının müsveddesine ilişti… Kaç zamandır hiç dokunmamıştı. Üstünde tozlar birikmişti. Elini kitabın kapağında gezdirdi… Karıştırmak geçiverdi içinden. Sayfaları çevirmek üzereydi ki kalbinin derinliklerinden yükselen bir ses buna mani oldu. Soğuk bir ürperti yayıldı vücuduna. Baştan ayağa titredi. Dudağında hafif, acımsı bir tebessüm belirdi. Maziye dönmekten üşendi. Çevirmedi sayfaları… Lakin isteksizce hatırladı o demleri… Kitabın tozlu kapağına bakıp gülümsedi… Bir temmuz günü kitabı basıldığında, nasıl bir vaveyla kopmuştu… Ortalık nasıl da karışmıştı… Nice yersiz eleştirilere maruz kalmış, çeşitli çevreler tarafından aranmış ve hatta kınanmıştı… Zira hiçbir yazar gerçekleri bu denli cesur dile getirmemişti. Kalemi asla ihanet etmemişti ve asla ihanet etmeyecekti. Sırf bu yüzden, mahkemeler arasında mekik dokuyordu ve kaç defa hüküm giymişti.

 

Bir an, yüzüne tohum gibi serpilmiş olan tebessüm yavaştan toparlandı. Kitabı sessizce bıraktı… Pencereye doğru ilerledi. Camı açmaya yeltendi. Kolu çekti. Lakin donmuştu ve buğuluydu. Buğulu camı el yordamıyla sildi. Dışarıyı seyre koyuldu. Kapkaranlık bir gece… Etrafta en ufak bir ışık sezilmiyor. Şehir karanlığa hiç direnmeden teslim olmuş. Tutsak bir şehir ve tutsak şehrin tutsak insanları… Gaflet uykusuna müptela insanlar… Dışarıda dondurucu bir soğukluk ve hoyrat bir rüzgâr… Yıldızlar gecenin koyu karanlığıyla cebelleşme içerisinde… İhtişamlı hava etrafı kasıp kavuruyor. Belli ki yıldızlar da üşüyor bu gece… Koyu karanlık onu meçhullere sürüklemek ister gibi daha da kararma gayretinde…

 

Perdeyi sessizce çekti. Birilerinden çekiniyor gibiydi, ayrılık duygusunun yoğun etkisi altında uyuşmuş dizleri sanki onu taşıyamayacaktı. Odanın içinde ilerleyip yatağa uzandı. Üzerindeki çiçek desenlerine ilişti gözleri. Elini gezdirdi üzerinde. Yastığını duvara yaslayıp sırtını dayadı. Ellerini kaldırıp başının altında birleştirdi. Bir an hayatı geçti gözlerinin önünden. Bir film şeridi gibi… “Hayatı ve halkı. Halkı yani hayatı, varlık sebebi.” Bütün eserlerini, hayatının tamamını, halkının üzerine çöreklenmiş cehalet karanlığını yırtabilmek uğruna harcamıştı. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan, yorulmadan... Etrafını aydınlatmak uğruna bir mum gibi eriyordu. Eriyordu; ama etrafı nedense aydınlanmıyordu. Mum ışığına yanan bir pervane yoktu. Oysa o yıllarını vermişti, yollarını vermişti, hayatını vermişti. Bir başarısızlığın ağır hüznü altında terk ediyordu bu şehri, bu insanları, bu halkı, halkını, sebeb-i varlığını…      

 

Birden oturduğu yerden kalkıp pencereye doğru ilerledi. Perdeyi tekrar çekti. Yıldızlar hala oradaydı. Cebindeki sigara paketini çıkardı. Belki de bu evdeki son sigarasıydı. Evet, yıldızlar üşüyordu ve sabırsız bir bekleyiş içerisindeydi. Bekletmek olmazdı. Ama tarif edemediği, bilmediği bir şeyler gitmesine mani idi sanki. Ama ne? Neden? Neydi gitmesine engel olan?   

 

Valizini yokladı. Son yazdığı romanları? Gidip hemen aldı. Valizini yerleştiriyordu ki ansızın caydı. Bu kitapları ne diye götürsün ki?

 

Elbise dolu valize bağdaş kurarak oturdu. Elindeki romanları karıştırdı. Farklı geçmişlere ait bir yerlerini karıştırıyor gibiydi. Çevirdiği sayfalarda yüreğinde mahfuz kalmış kimi anıları canlanıyordu. Yıllarını verdiği bu kitaplarını şimdi bu odada mahsur bırakıp gidecekti. Yutkundu, halkını bir yerlere getirmek, unutulmuş bazı değerlerini hatırlatmak için nelerini vermedi ki! Yere bıraktı elindeki kitapları, terkedilmişliğe, yalnızlığa, ayrılığa...

 

Bu gece hiçbir şeye dokunmak gelmiyordu içinden. Kitapları da olduğu yere bıraktı. Hiçbirini almadı. Artık burada daha fazla durmak istemiyordu. Buna yüreği dayanamayacaktı. Hüngür hüngür ağlamak geliyordu içinden. Fakat ne gariptir ki yufka yüreği birden katılaşmıştı. Gözleri en ufak bir ıslaklığa mahal vermiyordu. Ayağa kalktı, askıya doğru ilerleyip montunu aldı. Üzerine yün atkısını bir güzel kuşandı. Dışarıdaki dondurucu soğukluk ayazla kucaklaşıyordu. Ama heyecandan çarpan kalbi yeni umutlarla kaynıyordu. Üşümüyordu. Saatine baktı. Gece yarısı çoktan gerilerde kalmıştı. Ve gecenin en koyulaştığı vakit girmişti. Valizinin fermuarını çekti, aldı eline. Arkasına bakmak içinden gelmiyordu.

 

Kapı sanki kendiliğinden açılıverdi. O da mı gitmesini istiyordu yoksa? Kapı aralığında arkasına bakmadan edemedi. Masanın üzerindeki ufak lamba, loş ışıklarıyla hala yanıyordu. Yarım kaldığı romanı öylece duruyordu. Bitirmediği cümleleri, terkedilmişliğin verdiği hisle yavaştan siliniyordu sanki. Tamamlanmaya gücü yetmemişti. Yatağı ilişti gözüne. Metruk, virane... Yastığı hala duvara yaslıydı. Kül tablası artık izmarit ve kül yerine sessizliği ve yalnızlığı bağrına basacaktı ve odadaki derin boşluğu tüttürecekti. Az önce katılaşmış yüreğinde sanki çözülüverdi buzlar ve soğuk iki gözyaşı yanaklarından süzülüp ayaklarının dibine düştü. Beraberinde yüreği de ayaklarının altına yuvarlandı sanki. Daha fazla bakmaya gücü yetmedi. Kapıyı sessizce çekti. İnsanı meçhullere sürükleyen kapkaranlık bir gece içinde buldu kendini. Dışarıda kendisini bekleyen yoldaş birkaç yıldızdan başka en ufak bir ışık sezilmiyordu. O da zaten bunu istiyordu ya! Gecenin karanlık koynunda kaybolmayı…

 

Yüreğindeki umut kandili onu yeni heyecanlara sürüklüyordu. Az sonra hafif ışıldayan yıldızlarla, uzun gece yolculuğuna koyuldu.

Yıldızlar, şehri acımasızca terk ediyordu,

 

Kör karanlığa...

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi