Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Ham Meyvayı Kopardılar Dalından (2)

Ham Meyvayı Kopardılar Dalından (2)

Sonra yengemi düşündüm. Çocuklarını. İki kız çocuğunu.

Ve amcamı. Yaşına doymamış zavallı amcamı. Ölümün bir sabah sessizce aramızdan alıp götürdüğü amcamı.

 

Oysa ne kadar neşeliydi o Yüzünün hiç bu kadar güldüğünü görmemiştim. Gözlerinin içi parlıyordu. Ruhunu Rahman"a teslim ettiğinde dahi gülümsüyordu yüzü.

 

Gülerek veda etmişti hayata. “Ben kurtuldum” der gibi. Oysa ne kederler bırakmıştı arkasında, ne kahırlar. O, gülüp de gidince kim bilir kaç kişi ağlamıştı ardından. Ve sonrasında kaç kişinin hayatı kararmıştı.

 

İşte şimdi, körpecik bir gencin daha hayatı kararıyor. Bir insanın daha güneşi, henüz doğmadan, batıyor. Bir civanmerdin daha yüreğine kor düşüyor.

 

“Ölüm neden o gün beni de alıp götürmedi ki? Hani gelmişken diyorum. Beni de alıp götürse ve kurtarsa. Ahhh!”  

 

Ölüm bir çaresizliktir ve ölüm bir çaredir kimi zaman. Ama nerede, ne zaman? Ya sonrası? Yani ölümün ertesi? Ölümün ötesi? İşte asıl mesele de bu ya!

 

Ama başka çare yok!

Birazdan gelecekler.

Birazdan dalından koparıp götürecekler beni.

Ve her şey bitecek. Yani iyi olan her ne varsa, güzele ait her ne varsa… Hepsi, hepsi bitecek.

 

Sonra yengemin amcamla olan şakalaşmaları geliyor gözlerimin önüne, gülüşmeleri, koklaşmaları, oynaşmaları. Ve hatta kaç kere istemeden rastladığım öpüşmeleri. Odalarından yükselen kahkahalar. Mutlu aile tabloları…

 

Evlendikleri günü hatırlıyorum sonra. Ben de neredeyse amcam kadar şık giyinmiştim. Üzerime koyu renk bir takım elbise çekmiş, gelene gidene şeker, kolonya ısmarlıyordum.

 

Nereden bilebilirdim ki bir gün amcamın yerine geçeceğimi! Onun rolüne bürüneceğimi ve kaldığı yerden devam edeceğimi.      

 

Vay be! Hiç doğmasını istemediğim gün maalesef doğuyor işte. Ne korkunç bir gün. Gün ışıkları bir hançer olup saplanıyor sanki yüreğime.

 

Az sonra annem çıkageliyor. Gözleri şişkin ve kan çanağı. Belli ki o da akşam uyuyamamış ve ağlamış. Hiçbir şey diyemiyor. Gelir gelmez sarılıyor bana. Sımsıkı, tüm benliğiyle. Ağlıyor. Ağlıyoruz. Hüngür hüngür. “Ağlama ana, kaderim böyle demek geçiyor” içimden. Ve hemen cayıveriyorum. Kaderin suçu ne ki? Olsa olsa cehaletin eseridir diye düşünüyorum sonra. Cehaletin ve yıkılası törelerin…

 

Ve kız kardeşlerim geliyor sonra. Hep birlikte ağlıyoruz. Biri görse bir ölünün başına üşüşüp ağladığımızı zannedecek. Yaşananlar bir ölüm merasimini andırıyor. Oysa ne tuhaftır ki ölüm değil, düğün merasimi…

 

Annemin gözlerinden süzülen yaşlar, şimdi yüreğinden yükselen feryatlara dönüşüyordu:

 

“Ah kadersizim, ah talihsizim, ah canım yavrum, ah yaralı yüreğim, kanadı kırık kuşum, bahtsızım…

Seni bu hale koyanların ocağına ateş düşsün.

Sana bunu reva görenlerin yüreği kavrulsun.

Güzel gün yüzü görmesinler, iki yakaları bir araya gelmesin…

Ah yıkılası töreler,

Ah yok olası töreler…

“Körpe yüreğim”i de yaktın işte,

Civanmerdimi, kınalı kuzumu…

Yaktııııııın! Yıktııııııın!” diye söyleniyor ve dövünüyordu. Ağlıyorlardı. Oğul, ana, kız kardeşler hep bir ağızdan ağlıyorlardı. Hüngür hüngür…

 

İşte, görüyorsunuz!

Bugün benim düğün günüm.

Bugün yengemle evleneceğim gündür. Annem yaşındaki yengemle. İki çocuklu yengemle…

 

Ya rab!

Bu hale nasıl tahammül edilir? Nasıl sabredilir? Bundan sonraki hayatımı yengem dediğim kadınla nasıl geçireceğim? Annem yaşındaki kadına koca, amca çocuklarıma baba mı olacağım?

 

Aman Allah"ım!

Ne korkunç.

Ne tuhaf.

Ne garip…

Bu bir şaka mı?

Bir kâbus mu yoksa?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi