Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Geç Kalmış Bir Teşekkür

Geç Kalmış Bir Teşekkür

Yıl 1999.

 

Hakkâri"nin bir meslek lisesini dereceyle bitirip ilk defa uygulanan sınav sisteminin (Meslek lisesi-katsayı problemi) kurbanlarından biri oluyorum.

 

Liseyi bitirip “okul birinciliği” kontenjanından -alan dışı- sınıf öğretmenliğini kazandım.(Buna kazandım mı demek gerekir kaybettim mi, bilemiyorum.) Yalnız hayatımda ilk defa Hakkâri sınırlarının dışına çıkacağım için, içim içime sığmıyor.

 

O zamanlar bugünkü gibi “Gönül Köprüsü” projeleri yoktu. Gönüllerimiz arasında patika yollar dahi açılmamıştı daha. Ama umurumda değildi, bugüne bugün üniversite öğrencisiydim. Değil bin km. uzağa, yüz bin km. uzağa bile giderdim.

 

Sınav sonuç belgemi aldığım gibi atladım otobüse, ver elini Anadolu. Gitmeden önce köyde herkes nasihat ediyor: “Sakın kimseye güvenme! Otobüste kimseyle konuşma, kesin soyarlar seni.”  Ben de saf saf inanıyorum tabi. Hakkâri"den oraya gidene kadar herkes gözümde potansiyel şüpheliydi. Tuhaf gözlerle bakıyorum etrafıma. Nerdeyse kimseden selam bile almayacaktım.

 

Van"dan bindim otobüse. Otobüste kimseyle konuşmadım. Bulunduğum koltukta oturan adam, bir mola yerinde yerini başka biriyle değişince, telaşlanmaya başladım. Yanıma gelen adam tuhaf sorular sorunca daha da endişelendim. Neyse ki Allah"tan, gece yarısı saat 23.00 suları varmıştık şehrin girişine. Otobüs şehrin içine girmedi. Ana yoldan devam edip İstanbul"a hareket etti ve ben yapayalnız kaldım oracıkta. Ne in var, ne cin. Issız bir yer ve ben yabancıyım her yere, her şeye.

 

Şehir Merkezi yazan tabelaya bakıp işaret ettiği yöne doğru, ürkek adımlarla yürümeye başladım. Bir o yana bakıyorum bir bu yana. Kimsecikler yok etrafta. İster istemez korkularım çoğalmaya başlıyor.

 

“Neden geldin ki buralara? Git köyüne, sen de sal önüne bir koyun sürüsü, çobanlık yap. Okumak senin neyine?” diye içten içe kızıyorum kendime. Sonra hemencecik “yok yok ben okumalıyım” diye cayıveriyorum.

 

İlerliyorum şehrin içine doğru. Karşıma bir büfe çıkıyor. Allah"tan açık. Ürkek adımlarla girdim içeri. Selam verdim. Nasıl bir otel bulabilirim diye sordum içerideki adama. Bana, “ileride durak var, orada dur, minibüs gelecek bin, merkezde in, orada sor, bir otel bulursun. Tabi boş odaları varsa” dedi. “Boş odaları varsa” deyince içime bir korku daha düştü. Ya dışarıda kalırsam!

 

Türkiye"nin doğusu ile batısı arasında soğuk rüzgârların estiği yıllardı. Malum gelişmeler, zaten ırak olan gönüllerimizi daha da ırak kılmıştı. Batıya giden her doğulu şüpheliydi, potansiyel suçluydu. Ağzınla kuş tutsan bazı çevrelere yaranamazdın.

 

Yavaş ve tedirgin adımlarla biraz daha yürüdüm. Her adımda ayrı bir korku sarmaladı ruhumu. İçime tarifsiz sıkıntılar birikiyordu. Korkuyordum ve bu, git gide daha da çok sarsıyordu beni. Durağa yaklaşınca bir bay ile bayanın oturduklarını gördüm. İyice yaklaşınca yaşlı olduklarını fark ettim. Cılız bir sesle selam verdim. Aldılar selamımı. Oturdum bir köşeye ve beklemeye başladım. Amca sordu ilkin: “Asker misin?”. “Yok” dedim. ”Öğrenciyim, kaydolmaya geldim.”  “Çok güzel” . “Nerelisin?” diye sordu. İşte bu soru beni bir an duraksattı. Birkaç saniye içinde, anlatamayacağım kadar çok şey geçti zihnimden. “Acaba Hakkâriliyim desem ne der? Beni nasıl karşılar? Hakkâri"ye ait kötü bir anısı var mıdır? Varsa benim hakkımda neler düşünür? Ya bir asker yakını Hakkâri"de vurulmuşsa? Yok yok, Hakkâriliyim dememeliyim. Nereliyim desem acaba?” diye hızlıca sorular kovaladı  birbirini. Aklıma bir yer de gelmeyince bir anda “”Hakkâriliyim” dedim. Bütün bunları birkaç saniyede düşünmüştüm. Şimdi de adamın tepkisini bekliyorum:

 

“Acaba ne diyecekti bana?”

 

Gülümsedi. Yüzüme bakarak: “Çok güzel yavrum” dedi. “Allah yardımcın olsun, biz de Samsun"dan geliyoruz. Bizim de tek çocuğumuz var, o da senin gibi yeni kazandı. Kayıt için gitmiştik. O kaldı orada. Biz geldik. Ev tuttuk. Birkaç gün içinde inşallah biz de gideceğiz yanına. Bitirene kadar orada kalacağız, yavrumuz yalnız kalmasın diye.”

 

Ferahladım. Bir sevinç kapladı içimi. Bir huzur. Mutlu olmuştum nedense. Belki benimle konuşma lütfunda bulunduğu için, belki de anlam veremediğim başka bir şeydendi bilemem; ama bildiğim tek şey, içime bir sıcaklığın aktığı…

 

Bir an daldım. Ailem geldi aklıma. Babam! Bir gün olsun okuluma uğramayan babam! “Acaba neden benim de böyle bir ailem olmadı?” diye düşünmeden edemedim. “Neden benim babam da benimle gelmedi buralara kadar? Beni neden yalnız başıma yolladı? Nasıl razı oldu gönlü acaba? Yoksa…

 

…ve söylemek istemediğim daha çok şey düşündüm bir anda. Sonra, babamın hiç Türkçe bilmediğini hatırladım. Okula gelse bile öğretmenlerimle iletişim kuramayacağını ve dersler konusunda bir şey bilmediğini geçirdim içimden. Hem ben, her dönem “takdir” alan bir öğrenciydim. Bu belge ona yetiyordu sanırım. Çalışkan olduğumu ve mutlaka üniversiteyi kazanacağımı her fırsatta söylüyordu. Ve sanırım Rabbim de babamı mahçup etmek istememişti ki ben tüm zorluklara rağmen üniversiteyi kazanmıştım.

 

Bir müddet sessizlik hâkim oldu ortalığa. Ben oteli düşünüyordum, tam bu düşünceler içindeyken bu sefer teyze bozdu sessizliği. “Yavrum” dedi “sen şimdi nerede kalacaksın.” Ben de hemen: “Otelde kalacağım.” dedim. Bey amca –şimdi bile ismini bilmediğim bey amca, ismin ne önemi var ki kayda değer bir cisim olunca- “Yavrum, bu saatte boş otel zor bulunur.” dedi. Yine sıkıntı bastı içimi, hiçbir şey diyemedim. Öylece durdum. Teyze amcaya hitaben; “Bey” dedi. “Bu çocuk bu gece bize gelsin mi?”  Ansızın,  başımdan soğuk sular döküldü sanki. Aklıma köyde anlatılanlar geldi: “Herkese güvenme; soyguncusu, mafyası, katili derken başını belada bulursun.” Korktum ister istemez. Bu arada amca: Neden olmasın? Elbette gelebilir.” dedi. Ben de bin bir endişe ile :“Olmaz amca” dedim. “Ben otele giderim. Rahatsızlık vermek istemem.”  Endişelendiğim konuşmamdan anlaşılmış olacak ki amca, “Korkma yavrum, biz adam yemeyiz, hem yaşlı insanlarız sen ikimizi de istersen alt edersin, endişelenme! Bu gece yarısı, dışarıda kalmanı istemiyoruz.” Dedi. Bu arada teyze de söze girerek;”Bizim tek oğlumuz var o da burada değil, sen bu gece oğlumuz olursun?” dedi. Bey amca sözünü sürdürerek; “Yarın da gideceğin yere bırakırım.” dedi. Biraz düşündüm ve haksızlık ettiğimi anladım hemen. “Siz nasıl isterseniz; ama sizi rahatsız etmek istemem.” dedim. Amca: “Biz rahatsız olmayız oğlum.”  dedi.

 

Şaşkındım, afallamıştım. Meğer ne iyi insanlar vardı daha tanımadığımız. “Bu insanlar beni neden alsınlardı ki evlerine?” Yıllardır doğuya değişik bir çehre çizdiren malum çevrelerin yüreklerimizdeki sevgiyi öldüremediklerine şahit oldum. Hakkâri denince batıda akla ilk gelen kan ve ölümdü. Kimseler gelmek istemezken,  Anadolu"nun sevgi yumağı yürekli insanları hala sevgi ile dopdoluydular. Kendimi iyi hissetmeye başlamıştım. Mutluydum artık, endişelenmiyordum. Bir muhabbet birikiyordu içime. Bir sevgi seli. Gittikçe ilerleyen gece, artık karanlık değildi. Kendimi evimde, sevdiklerimin arasında hissediyordum.

 

Bu arada servis geldi. Biz de bindik. Epeyce yol aldık. Şehrin neredeyse öbür yakasına vardık. İndik, daha da yürüdük mahalle arasında. Eve varmıştık. Bir apartmanın önünde durduk. Dış kapıyı açtı amca. En üst kata çıktık. Meğerse tüm apartman onlarınmış. Üst kat dışındaki dairelerin tamamı kiradaymış. Eve girdik, teyze bir şeyler getirdi yedik, çay içtik, sohbet ettik. “Bak oğlum!” dedi. “Sakın ola siyasete inanma, bunlar bizim beraberce yaşamamızı, farklı bile olsak farklılığımızın zenginliğimiz olduğunu bilmemizi istemezler. Değişik sebeplerden yüreklerimizin arasına setler çekiyorlar. Aramıza nifak tohumları ekiyorlar. Bunlara asla inanma, gönül verme, peşlerinden gitme. Sonra yazık olur sana. Bu benden sana bir baba nasihati olsun”  dedi. Ve daha çok şeyler anlattı bana.

 

Ne kadar yanıldığımızı, insanlara ön yargı ile yaklaştığımızı anladım. Fikirlerim değişmeye başlıyordu. Artık asla insanları iyice tanımadan onlar hakkında yargıda bulunmamam gerektiğini anladım.

 

Zaman epeyce geç olmuştu. Sonra da yattık. Sabah uyandığımda şöyle bir baktım şehre. Etrafı dağlık bir şehir. Hakkâri"yi andırdı bir an bana. Sevindim nedense. Daha şimdiden özlemiş miydim yoksa memleketimi?

 

Kahvaltımızı yaptık. Bey amca beni okulumun kavşağına kadar götürdü. “İşte burası.” dedi.  “Senin okulun budur işte. Ben de ileriki kahvedeyim, sıkıntın olursa gel.” Dedi ve gitti.

 

İleriki zamanlarda her ne kadar gittiysem de bulamadım onları. Samsun"a yerleşmişlerdi galiba. Bir yıl sonra bey amcayla yolda karşılaştım. Beni tanıdı. Hemen sarıldım eline ve öptüm. Çok çok teşekkür ettim.

 

Son sınıftayken bölüm başkanımız “Bu ile dair ilk anılarınızı anlatın!” Dedi. Herkes başladı bir şeyler anlatmaya. Ben de söz hakkı aldım ve bu hikâyeyi anlattım. Herkes çok şaşırmıştı. Benden sonra kimse bir şey anlatmak istemedi. Bölüm başkanımız oralı olduğu için çok mutlu olmuştu. Mutluluğunu ifade ederek neden bu güne kadar bu hatırayı kendisiyle paylaşmadığımı sordu. Bir nevi de sitem etti.

 

Beş yıl oldu okulu bitireli; sevgimiz hala taze, muhabbetimiz hala sıcak.

 

Hep Hakkâri"ye gelenlerin hikâyeleri anlatılır. Bir de Hakkârililerin hikâyeleri vardır, batıya giderken yaşadıkları... İyi ve kötü anıları... Herkes benim gibi şanslı olmayabilir. İyisiyle kötüsüyle yaşananları anlatmalı. Herkes bilmeli bunları. Belki bir köprü kurulur yeniden gönüller arasına. Belki topraklarımıza huzur ekilir, belki kardeşlik bağlarımız pekişir yeniden.

 

İyi insanların hala var olduğunu görmek ne güzel bir duygu.

GEÇ KALMIŞ BİR TEŞEKKÜR"dür sanırım bu.

 

Not: Yukarıdaki hadise (adını vermek istemeyen) Hakkârili bir öğretmenin başından geçmiş ve kendisi tarafından kaleme alınmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi