İbrahim Genç

İbrahim Genç

Dün devrim yapamadık; Çünkü…

Dün devrim yapamadık; Çünkü…

Ülkemin eğitim sistemi her gün biraz daha gerilerken ve öğretmenlerimiz yarınlara dair umutlarını kaybederken… İktidarlar silah ticaretine verdikleri önemin çok azını öğretmenlerine vermeyip sorunlara kulaklarını tıkarken… Lafta “büyüyen sayılı bir ekonomi” cambazlığına rağmen ülkemin yurttaşları fakirleşirken… Ve ben neden koalalar gibi uyuşuk-tepkisiz bir toplum olduğumuzu merak ederken önceki yazımda “Bu Pazar devrim yapmak mümkün mü?” diye sormuştum.

Ne yazık ki bu Pazar devrim yapamadık, yapamazdık da; çünkü Ayşe teyze atanamayan öğretmen adayı oğlunun davasına el vermek yerine dizilerin karakterleriyle dertlenmiş bir halde “Ne olacak bu Fatmagül’ün hali?” sorunsalıyla meşguldü… Atanamayan öğretmenin kardeşi Ali, bu hafta sonu takımının deplasmandan kaç puanla döneceğini düşünüyordu ve bir dahaki sefere Galatasaray’ın maçına gitmenin hayalini kuruyordu… Bir zamanlar aynı sıkıntıları çeken ama şimdi “kadrolu” öğretmen olmanın gurur ve şerefini yaşayan Mine öğretmen beyaz atlı prensinin eksikliğiyle hüzünleniyordu… Aklına atanamayan ve resmen sürünen arkadaşları geldiğinde, onların sesine ses vermek gerektiği düşüncesine düştüğünde yerinden kıpırdaman sadece üzüntüsünü dile getirdi… Atanamayan öğretmen adayının kız kardeşi ise bütün kenti dolaşıp Marie Claire’nin son sayısını aramakla pek yoğundu… Partici Mehmet “Hükümet ne yapsın?” çaresizliğindeydi, milliyetçi-devletçi Alp “Vatan sağ olsun!” anlamsızlığındaydı…

Oysa büyük ozan Hasan Hüseyin’in Santiago Treni şiiri Şilililere tercüman olup “Bakırda, kömürde, boraksta beni / Pamukta tütünde, pirinçte beni / Demirde petrolde buğdayda beni / Vurdular çelikte kimyada beni / Vurdular çocukların çığlıklarında / Yalnızlıkta, yetimlikte / Açlıkta beni / Vurdular genç kanımdan altın süzenler” diyerek kıvılcımı çakarken Santiago’da 200 bin insan dökülüyordu sokaklara… Öğrenciler, öğretmenler, akademisyenler ve aileleri… Haykırdıkları şey “Eğitime daha fazla bütçe! Eğitim reformu! Adalet! Bilimsel eğitim!” idi. Öyle ki beş aydan beri eğitim reformu için Şilililer mücadele ediyorlardı. Santiago sokakları birliğin rengini yakalamış bir halkın sesiyle kendini arıyordu.

Ülkemizde ise adalet ve hak talep etme noktasında müthiş bir bölünmüşlük var. Bir yerde öğretmenlerin sorunlarının dile getirildiği bir eylem olduğunda burada Kürt, Türk ya da Alevi, Sünni olmanın; milliyetçi ya da komünist olmanın ne önemi var? Bugün gerek işçi-emekçi kesimin gerekse öğretmenlerin sendikalarına bakıyorsunuz her ideoloji kendi sendikasını kurmuş. Böyle olunca da halk arasında bir birliğin olması söz konusu olmuyor; çünkü ideolojik saplantılarımızı “uğradığımız ortak haksızlıklar”dan üstün tutuyoruz. Bu yüzden Hükümetler halkın taleplerini önemsemiyor, bu yüzden hiç sıkılmadan her gün zam yapabiliyor. Çünkü çok zaman önce dinlediğim hikayede anlatıldığı gibi kendilerine “Üç kişi nasıl siz kırk kişiyi soydu?” diye sorulduğunda “Çünkü onlar üç kişiydiler ama birlik olmuşlardı. Biz ise kırk kişiydik ama birliğimiz yoktu” verilen cevap durumumuzu çok güzel anlatıyor.

VE 3-F…

Evet, biz devrim yapamadık. Hakkımız olanı sokaklarda talep edemedik. Belki korkuyoruz. Duygularımıza sinen, düşüncelerimize damlayan, uykularımıza sızan, kanımıza karışan, iliklerimize bulaşan bir korkuyu yaşıyoruz. Ama bize söylenen şudur ki yaşadığımız ülke “Laik, sosyal, demokratik, hukuk devleti.” O zaman geriye dönüp yine 12 Eylül 1980 darbesinin başlattığı toplum mühendisliğine gidiyoruz. Bugün herkesin hemfikir olduğu şey, bu faşist darbe ile gençliğin apolitize edilip türlü saçmalıklara yöneltildiğidir. Ki sistemin istediği ideal tip; ülkenin mukadderatına karşı ilgisizdir, sistemin çarpıklıklarına karşı kördür, eğlenmeyi ve vaktini boş şeylerle harcamayı fazla sevendir…

İşte dikta sistemler kendilerine göre bu ideal tipi yaratmak için bugün teyzeleri dizilerle, genç kızları magazinle, erkekleri futbolla, dedeleri dinle terbiye ediyorlar. Öyle ki faşist diktatör Salazar’ın Portekiz’i nasıl onlarca yıl yönettiği kendisine sorulduğunda verdiği cevap pek manidardır: “Ülkemi tam 37 yıl 3-F ile yönettim, fiesta, Fadima ve futbolla yönettim.” Buradaki fiesta, bugünün magazin kültürüdür; Fadima, siyasete alet edilen örgütlü dindir; futbol, binlerce insanı hipnoz edebilen afyondur. Bugün gençlere bakın, konuşmalarının ekseriyetini futbol oluşturur. Futbol bazılarında öyle bir fanatizm yaratmıştır ki uğruna savaşmayı ve öldürmeyi de göze alabilecek bir ruh yaratır. Bunun en belirgin yansıması, diktatör Franco İspanya’sında görüldü. Öyle ki faşist Franco’ya “Toplumu nasıl kontrol altında tutabiliyorsunuz?” diye sorulduğunda stadyumları kastederek “Onları yüz binlik beşiklerde uyutuyorum.” cevabını veriyordu. Ki o değil miydi Bernabeau stadını kastederek “Bana 200 bin kişilik bir uyku tulumu yapın.” diyen.

Sanılmasın ki bütün bunlar sadece Salazar, Franco, Mussolini gibi faşist diktatörler tarafından kullanıldı. Bugün modern rejimler, çağdaş demokrasiler de bunu yapıyor. Aklıma Marmaris’te sohbet ettiğim bir İngiliz geldi. Onunla kültür, dünya siyaseti üzerine sohbet ettiğimizde pek sıkılarak “Ülkemiz bizden sadece yiyip içmemizi ve eğlenmemizi istiyor.” demişti.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
3 Yorum
İbrahim Genç Arşivi