Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Doğmamış Çocuğun Mektubu (2)

Doğmamış Çocuğun Mektubu (2)

II

Dünyanın etrafında hızla dönerken, birden durdu gemimiz. Etrafıma bakındım.  Neden durduk acaba, diye düşünürken, hikâyemi yazan yazarın parmaklarının klavyeye sabitlendiğini gördüm. Israrla bir tuşa basıyordu ve nedense yazmıyordu o tuş. Sinirlendi. Tuşu el yordamıyla çıkardı yerinden. Bir ekmek kırıntısı sıkışmıştı tuşun altına. Zoraki çıkardı. Mutfağa girip ıslak bir mendil aldı ve klavyenin tuşlarını usulca sildi. Sonra da ekranda birikmiş tozları aldı. Yazdıklarını daha iyi seçmeye başladı böylece. Ekrandan siluetimi görüyor gibiydi. Hatta ta gözlerimin içine bakıyordu. Beni görüyor ve öyle yazıyordu sanki hikâyemi. Kaşları çatıktı. Yoksa kötü şeyler mi gösterecekti şimdi bana. Sağında duran çayını eliyle yokladı. Soğumuştu. Olduğu gibi, tepside duran bardağa boşalttı ve tazeledi. Oldum olası soğuk çayı sevmezdi. Çayını sağına aldı. Bardaktan yükselen buharı, gözlerini kapatıp içine çekti. Mis gibi çay kokusu doldurdu ciğerlerini. Ve terk ettiği şehirdeki evinin balkonundan şehri temaşa ederek, hikâyemi yazmaya devam etti.

Bir kez daha okudu yazdıklarını. İlk bölümdeki çoğu yeri çıkarıp tekrar yazdı. Bazı sözcüklerin yerine eş anlamlılarını koydu. Kimi cümlelerin yüklemlerinin yerini değiştirdi. Tümcelerin bir kısmını, monotonluğu gidermek ve ahengi sağlamak için devrik hale getirdi. Son bir kez daha okudu. “Şimdi oldu herhalde” deyip bıraktı. Ve yeni bölümü yazmaya koyuldu. Parmakları hızla klavyenin üstünde gezinmeye başladı. (Aslında her seferinde şimdi oldu diyor; ama her okuyuşta mutlaka bir yerlerini değiştiriyor hikâyenin.)

Birkaç kelime karalayıp bıraktı. Sildi. Tekrar yazdı ve tekrar sildi. Böylece birkaç kerelik yaz silden sonra bilgisayarı kapattı, ekranı klavyenin üstüne yavaşça indirdi. Ve bir hafta boyunca hiç açmadı bilgisayarını, yazmadı hikâyemi. Unuttuğunu sandım. Elinde kalın bir kitap vardı ve devamlı onu okuyordu. Benimle hiç ilgilenmedi. Okumayı yazmaktan çok seviyordu. Ben bir hafta boyunca dünyanın karşısında, bir uzay gemisinde öylece, heyecanla bekledim. Gemimizin durduğu yer cennet tasvirlerini aratmayan cinstendi. O yüzden sıkılmadım. Doyasıya seyrettim. Sabırla, yazarın gelip hikâyemi yazmasını bekledim. Tam bir hafta sonra, yazar gelip bilgisayarı aceleyle açtı ve ilk benim dosyama girdi. Yanında sürekli okuduğu kalın kitabı yoktu. Anlaşılan bitirmişti. Ve hızla yazmaya koyuldu hikâyemi.

Annem!
Ah zavallı annem!
Çok üzülüyor yokluğuma.
Bir çocuğu olmasını o kadar çok istiyor ki…
Bunun için neler vermezdi.
Hasretimden yanıp tutuşuyor.
Ne vakit bir bebek görse bir kucakta dalıp gidiyor, hayran hayran bakıyor.
Başı omzuna düşüp kendi bebeğini hayal ediyor. Hayalinde okşuyor, öpüyor, seviyor, havalara atıp tutuyor, gülücükler saçıyor, ninniler yakıyor, türküler söylüyor bebeğine.

Sonra uyanıp derin bir of çekiyor, bir hıçkırık gelip düğümleniyor boğazına, nefesi kesiliyor,  ölesi bir hal alıyor.

Bir keresinde, hiç unutmam, yengesine “ben ölürsem tabutumun üstünü bir hamilelikle örtün” demişti. Duydum. İçim nasıl da acıdı. Sanki doğmadan yaşlandım. Saçlarım tel tel ağardı. Kırışıklıklar doldu yüzüme. Yüreğim kızgın bir taşa konmuş gibi eridi.  Olmayan ruhum bedenimden ayrıldı. Yıllar önce öz yurdundan kovulan sakallı şarkıcı gibi,  Milyon kere yaktılar beni. Bir anka kuşu gibi anne, bir anka kuşu gibi…

Ben olmadığım halde beni bu kadar seven, beni bu denli arzulayan bir anne baba görünce, sessizce ağlıyor ve dua ediyorum yüce Yaratıcı’ya. Olmak istiyorum, doğmak istiyorum diye. Anne babamın içindeki çocuk sevgisi gün geçtikçe bir çığ gibi büyüyor. Bunun yanında kederleri de artıyor. Kimi zaman üçümüz beraber odamıza çekilip ağlıyoruz. Ama çare yok, kalem böyle çalınmıştır yazıma.

Babama, “senin çocuğun olmuyor” diyor biri.
Sen ebtersin” diyor bir başkası.
Soyun devam etmeyecek” diyor.

Başını önüne eğdi babam. Üzüldü. Gözleri doldu. Bir hüzün gelip oturdu içine. Hiçbir şey demedi. Ürkek bir gözyaşı yanağından süzülüp düştü yere.

Mavi gözlü şairin dizeleri ancak anlatıyordu halini: “Çatladı yüreğim çatladı sazım, demek ki böyleymiş yazım.”

Yaşı ilerledi annemin.
Otuzunu aştı.
Artık solgun bir güldür o.
Kurumuş bir dal,
Kanadı kırık bir kuş,
Yaralı bir ceylan,
Çorak bir topraktır. 
Ah zavallı, annem!
Bizar, biçar, bidar, bimar annem!

Geçen gün doktor, “artık daha fazla vakit kaybetme kızım” dedi. Bak yaşın ilerledi. Şimdilerde her şeyin çaresi var”. Dakikalarca tüp bebek yönteminden bahsetti. Anemin içinde bir umut ışığı belirdi. Yüzü ışıldadı, gülümsedi, sevindi, açıldı rengi. Sonra eve gelip duyduklarını babama anlattı. Sevindi babam.

Biliyorum, bütün bu sevinçler tıpkı hüzünler gibi benim için. Doğmam için. Hasretimden prangalar eskitiyorlar durmadan. Prangalar eskiyor; ama ben bir türlü doğmuyorum.

Babam bu yöntemi de sordu sonradan. Ama buna da güçleri yoktu. Benim gelmem hayalleri suya düşüyordu yine. Ve yine annemin başı omuzlarına düşüyor, beni önceleri olduğu gibi hayal etmekle yetiniyordu.

Artık sersemliyordu annem. Dayanamıyordu. Dedikodulardan, alıp başını gitmek istiyordu. Ama nereye, kime?

Ve doğan her gün, akşam grupta kayboluyordu.
Bir çaresizlik içinde günler günleri kovalıyor, aylar yıllara dönüşüyordu.
Mevsimler biteviye yer değiştiriyor, kimileyin yeşeren umutlar henüz boy vermeden yıkılıyor, hayaller başka baharlara erteleniyordu.

Nihayetinde, Yaratıcı dilemiyordu.
Ve ruhum düşmüyordu annemin rahmine…

Devam edecek…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi