İrfan Sarı

İrfan Sarı

Dersim’den Tunceli’ye

Dersim’den Tunceli’ye

“Yiğidin sevdiği güzel olursa

Ömrü arkasından sökülür gider”

Yukarıdaki iki mısra bir Adana türküsünden, sevdalı olduğum bir doğa parçasının ve onun efsaneleşmiş halkının direniş ve jenosit tarihinden günümüze serpişen polenlerine duygu yoğurmak istiyorum bu yazımda.

Bağlama denince, türkü denince dört tarafı dağlarlarla örülü bu coğrafyanın çığlığı dağları aşacak kadar güçlüdür. Pervaneli tayyarelerin bomba yağdırdığı topraklarda barutun şiddeti acısı insanların çektiği zulmün yaraya dönüşen yerinden bir inleme edasıyla yükselen türküler kendiliğinden ağlar ve ağlatırdı.

Cumhuriyet tarihi boyunca “Dersim dört dağ içinde” deyip deyip çobanın kavalına üflediği nefes, entelektüelin sıra sıra söylediği, işçinin, köylünün, kentlinin hatta katliama imza atmış zihniyetin bile söylemiş olduğu, dilinden düşürmediği kentin türküsünü darağacından indiren bir yaşanmışlığı vardır.

“Biz Seyyid Rıza'yı aldık. Otomobil' de benimle polis müdürü İbrahim'in arasına oturdu. Jeep Jandarma Karakolunun yanında ki meydanda durdu. Seyyid Rıza sehpaları görünce durumu anladı.”

- Asacaksınız, dedi ve bana döndü.

- Sen, Ankara'dan beni asmak için mi geldin?

Bakıştık. İlk kez idam edilecek bir insanla yüz yüze geliyordum. Bana güldü.

Savcı namaz kılıp kılmayacağını sordu. İstemedi. Son sözünü sorduk.

- Kırk liram ve saatim var. Oğluma verirsiniz. Dedi.

Bu sırada Fındık Hafız asılıyordu. Asarken iki kez ip koptu. Ben, Fındık Hafız asılırken görmesin diye pencerenin önünde durdum. Fındık Hafız'ın idamı bitti...

Seyyid Rıza'yı meydana çıkardık. Hava soğuktu ve etrafta kimseler yoktu. Seyyid Rıza, meydan insan doluymuş gibi sessizliğe ve boşluğa hitap etti:

“EVLADI KERBELAYIK! ... BÎHATAYIK. AYIPTIR. ZULÜMDÜR! .. CÎNAYETTÎR! ...,, dedi.

Benim tüylerim diken diken oldu. Bu yaşlı adam rap-rap yürüdü. Çingene'yi itti. İpi boynuna geçirdi. Sandalyeye ayağı ile bir tekme vurdu. İnfazını gerçekleştirdi... »

Darağacı her bir kimseyi taşıyamaz. Dili yoktur belki, vicdanı yoktur üçayağı vardır, aykırıdır, can alır ama tarihten de anlaşılacağı üzere taşıyamayacağı yiğitlikler karşısında hep ayıplı olmuştur.

Bir halkın üstüne karabasan gibi çöken aklın karşısında destana dönüşmüş dirilişi-direnişi dilden dile taşıyan bir ortak sevda vardı. Bu sevda güzeldi…

Dokuz yüz seksen dokuz baharında Dersim'deydim.

Yüksekova’dan o zaman biri sabah diğeri öğlen olmak üzere iki otobüsü seyahat ihtiyaçlara cevap olurdu. Ben sabah otobüse binmiştim ilk durağımız Van’dı. Oradan da Elazığ’a bilet kesip otobüs yolculuğum devam etti. Yollar adım başı kontrol noktaları ile doluydu. Adım başı kimlik soran askerler…

Ben, dışarıda ne olup bittiği ile değil dersime o destan şehre gideceğim için kalbimin atımlarını duyarak hayallerimin arasına dalmış bir vaziyetteyim. Gündüz kendini karanlığa terk ettiğinde hala yolumuz sürüyordu. Karanlığın arasında ilerleyen otobüsün camından kimi zaman yalnız bir yıldız kimi zaman feri düşük bir çoban ateşi kimi zamanda mecalsiz köylerin ya da şehirlerin ışıklarına rastlıyoruz. Benim hülyam hiç bitiyor ama…

Bir yol üstü durakta otobüs 15 dakikalık mola verdi… Barakadan bir yolcu yazıhanesi önünde durmuştuk. Genç bir ses “sayın yolcularımız 15 dakikalık çay ve ihtiyaç molası dediğinde indim. Aynı genç ses bağırıyordu Tunceli… Tunceli diye…  Elazığ’a gidip orda konaklamaktansa az önce mola verdiğimiz Kovancılar ilçesinden ismi zorla değiştirilen Dersime gidip o rüya kentin havasında uyumak daha cazip geldi bana.

Otubüs yolculuğundan minibüs yolculuğuna kaldığımız yerden devam ettik. Şehre az kala özel hareket timleri tarafından durdurulduk kimliklerimiz alındı. Çok geçmeden yüzü gözü kar maskeli özel hareketçiler tarafından indirildim minibüsten. Az ötede izbandot gibi birkaç kişinin yanına götürüldüm. Sordular sual eylediler… 

Yüksekova nere Dersim nere…

Hayırdır. Dediler. Biraz beklettikten sonra ve azda olsa lanlı manlı hakaretlerden kurtulup o destan kente vardım gecenin bir vakti. Sokaklar boş teneke kutusu gibi…

İki otelli bu kentte yatacak yer bile bulamadım ama umurumda değildi sokakta bile yatabilirdim. Fakat otellerden biri kimliğime bakıp Yüksekova’yı görünce bir iyi niyet sundu. Yarım yamalak bir uykunun sabahında uyanıp Dersim’de kepenk kapama eylemini görmek varmış meğer. Kent sakindi, bir tek fırıncı açıktı.

Kentin tek camisi bile kepenk indirmiş gibiydi.

Munzur’un aktığı vadi ihtişamlıydı…

Cumhuriyet oraya bir kocaman köprü inşa etmişti uzaktan görünüyordu. Ama caddeler ve sokaklar parklar ATATÜRK, CUMHURİYET isimliydiler…

Ve ramazan ayıdır. Dersim de pos bıyıklı beylere termoslardan gelen çayı bizde içiyoruz.

Biraz şaşkın biraz çocukça devriliyorum o rüya kentin doğasına…

İnsanlar sımsıcak.

Ömrümde kendi yaşadığım kentin dışında gördüğüm bu kentin karşısında duygu deryamın patladığını hissettim, bütün yüreğimle sevdim.

Bir daha gidemedim ama oraya iki günlük gidişimi hep anlatım…

Türkü dolanan dağların arasından yükselen bağlamanın tınısı, direnişin ve aydınlanmanın köklü kenti, semah yurdu yüzünü öte çevirdi… Cumhuriyet oklarını saplaya dursun.

Benim “Ömrüm ardından sökülüp gitti”

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
55 Yorum
İrfan Sarı Arşivi