Süleyman Karataş

Süleyman Karataş

Birini Öldüreceğim

Birini Öldüreceğim

“Kendime gelir gelmez veya hala uyku ile uyanıklık arasındayken bir ses geliyor kulağıma, yankılanan bir ses “Bugün birini öldüreceksin,” diyor bana.

Bu ses, önce içime bir korku düşürüyor, sonra yeniden sakinleştiriyor beni.

O ses şimdiye kadar bana ne söylediyse oldu. Ses arada bir rüyama giriyor, arada bir de bana hayal gibi görünüyor; ama çoğu zaman kulaklarımda yankılanıyor. Ses çoğu zaman iyiliğimi istiyor. Bana ne olacağını, ne yapacağımı, yakınlarımın başına nelerin geleceğini söylüyor…”

Böyle başlıyor roman…

Sürgündeki Kürt yazarlardan Fırat Ceweri’nin aynı isimle Türkçeye tercüme edilmiş romanı. Üstelik Muhsin Kızılkaya çevirisiyle…

Hani roman olur, başını okursunuz, nasıl bir neticeye varacağını hemen kestirirsiniz. Roman olur, acaba bunu ben mi yazdım diye bir his peyda olur içinizde. Ve roman olur klasik Türk filmleri gibi siz kurgulamışsınız, daha önce okumuşsunuz hissini verir.

İşte bu öyle değil, o tarz bir roman değil, sıradan bir romana hiç mi hiç benzemiyor. Olayların nasıl gelişeceğini tahmin edemezsiniz. Oldukça girift bir olay örgüsü var. İşte şurada şöyle olacak diye düşünürsünüz; ama yazar düşündüğünüzü biraz daha erteleyip bir sonraki merhaleye bırakır. Hatta düşündüğünüzü değil, düşünmediğinizi düşünür. Acaba Fırat Cewerî önce herkes gibi düşünüp daha sonra tersini mi yapmaya çalışmış diye düşünmekten kendinizi alamazsınız.  Gittikçe karmaşık bir hal almaya başlar.

Roman başkahramanının kim olduğunu sorgulamaya başlarsınız ve karar veremezsiniz. Zira her bir bölümde bu değişir.

Her bir bölümde anlatıcı farklı bir karaktere bürünür. Yazar aynı zamanda anlatıcıdır ve kahramandır. Roman her iki bölümde de “ben” diliyle anlatılmıştır; ama kahramanlar farklıdır. Bu da romana ayrı bir özellik ve güzellik katıyor. Okuyucu bir kahramanın peşine takılıp sürüklenmiyor. Buna mukabil önceki kahraman sahneden çekiliyor, unutulmaya yüz tutuyor. Ama öyle anlaşılıyor ki yazar farklı bir teknik denemiş, farklı bir soluk getirmek istemiş roman sanatına.  

Birinci bölümde başkahraman; adı sanı belli olmayan, meçhul, esrarengiz bir kişiliktir. Girdiği hapishanede on beş yıl yatmış, çıkmış ve hiçbir şeyi olduğu gibi bulamamıştır. Bocalar, uyum güçlüğü çeker, yeni hayatına adapte olmaz, eski hayatına geri dönemez, psikolojik sorunlar yaşamaya başlar, bir çıkmazın içine girer. Hayatına düşlerle, hayallerle, rüyalarla yön verir ve bu durum tehlike arz etmeye başlar. Her an ne yapacağı belli olmaz. Anlık kararlar verir, anında vazgeçer. Herkes mi değişmiş ya da kendisi mi değişimin gerisinde kalmış belli değildir. Bıraktığı şehir sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve ahlaki açıdan tamamen değişmiş, yozlaşmıştır. Bir zamanlar uğruna mücadele ettiği, hapislerde çürüdüğü, ölümlere gidip geldiği değerleri yerle yeksan edilmiştir. “Yedi uyuyanlar” gibi tuhaf tuhaf bakmaya başlar etrafına, garip gözlerle süzmeye başlar çevresini. Sanki bedenini on beş yıl kalıpta dondurmuşlar da bugüne getirmişler. 

Şehir serapa değişmiştir. Yapılar, bağlar, bahçeler, yollar, caddeler baştanbaşa, madden ve manen bir restorasyondan geçmiş gibidir. Hiçbir şey eskisi gibi kalmamıştır. Şehir modern bir görünüme kavuşmuşken manevi değerler tamamen yozlaşmış, yitmiştir.

“Ama bu şehri tanımıyorum artık. Bana tanıdık gelmiyor. Şehir eski şehir değil, bütün sakinleri değişmiş sanki. İnsanların giyim kuşamları değişmiş, şehrin mimarisi bile eskisi gibi değil. On beş yıl öncesinin insanları değil bu insanlar, binalar da hakeza. Zaten şimdi karşımda duran binaya bakıyorum, hiç tanıdık gelmiyor. Sanki bu şehir benim şehrim değil, her şey film karesi gibi.”  

Samimi, içten, sıcak ilişkiler yerini ikincil, sahte, soğuk, ikiyüzlü ilişkilere terk etmiştir.

Eski arkadaşlarını bulamaz. Yeni arkadaşlıklar kuramaz, kurduklarıyla uyum sağlayamaz. Bir nesil girmiştir araya ve kendisini ara neslin, bir geçiş döneminin içinde bulmuştur. Tabiri diğerle “devre kaybı” olmuştur. Zihinsel ve ruhsal bir buhranın, kişisel bir kaosun içinde debelenmektedir. Kısacası o, artık bir “tutunamayan” haline gelmiş ve tamamen yalnızlaşmıştır:

“Daha önce olsa, en az on kişi selam verirdim, onlarla ayaküstü sohbet ederdim ama şimdi yapayalnızım. Kurtarılması için mücadeleye giriştiğim ve uğruna on beş yıl hapis yattığım bu şehirde şimdi tek başımayım, bir kafeteryaya girip bir kahve ısmarlasam bile kahvemi yalnız içeceğim.” Romanda belirgin olarak göze çarpan başka bir tema da zorunlu göç olgusu, bundan kaynaklı işsizlik sorunu, bu olgunun insan ve toplum hayatı ve şehrin demografik yapısı üzerindeki olumsuz etkileridir. Bu etkiyi ve beraberinde getirdiği sonuçları şu pasajda özet mahiyetinde görmek mümkündür:

“-Belli ki bu şehirde yaşamıyorsun, bu şehrin çilesini bilmiyorsun; bu şehrin sakinlerinin, çocuklarının, kadın ve kızlarının nasıl bir durumda olduklarından habersizsin. Nasıl bir cehennemde yaşadıklarını bilmiyorsun. Köyleri yakılan binlerce köylünün buraya göçtüklerinden bihabersin galiba. Bütün bu insanları barındıracak, iş aş verecek güç var mı bu şehrin? Kusura bakma amcaoğlu, galiba sen başka bir dünyada yaşıyorsun.”  (Sayfa, 41)

O sabah kendisine fısıldanan bir sesle uyanır. Bu ses birini öldürmesini emreder. Birini, ama kimi? Herhangi birini! Bunun cevabı yoktur aslında. Karar kendisine bırakılmıştır. Şimdiye kadar bu ses ne demişse ona, yapmıştır. Bu sesin kendisine iyi şeyler fısıldadığını ve yanılmadığını düşünür.

Hapishaneden çıkalı yaşlı, zayıf, çelimsiz annesiyle yaşar. Annesi hala onu bir çocuk olarak görür ve ona çocuk muamelesi yapar. Sahi, her ana baba, evladını her daim çocuk olarak görmez mi, evladı ne kadar büyüse dahi gözünde bir çocuk olarak kalmaz mı?

Mahpus olduktan kısa bir süre sonra babası ve kardeşi, bir gece yarısı eve giren yüzü maskeli adamlarca, dövüle dövüle, dipçik darbeleriyle, hunharca katledilir.

Hapiste kaldığı sürece kendisini, öldürülmeden önce bir kez babası, kardeşi ve birkaç kez annesi hariç, hiç kimse ziyaret etmemiştir. Hiçbir dostu, arkadaşı, akrabası… Dostluk mefhumunu da sorgulamaya başlar sonra. Meğer ne çok değerin anlamı yitmiş, ne çok kavramın içi boşalmıştır!

Kendisi bir katil adayıdır. Ha, şunu da ifade etmek gerekir ki öyle yenilir yutulur cinsten bir adam da değildir. Bayağı kitap okumuş, mürekkep yalamış, yarı entelektüel, bilgili, prensip sahibi bir insandır. Değerlerine sıkı sıkıya bağlı, kendi doğrularından ödün vermeyen bir şahsiyet, dava adamı, bir devrimcidir.

“Biliyorum bazen kendimi kaybediyorum, ne söylediğimi, ne yaptığımı bilmiyorum. Cahil cühela takımından, dünyadan bihaber bir adam olduğum için değil, hayır tam aksine, dünyada olup biten her şeyi günü gününe takip ediyorum ve tam bir kitap kurduyum. Ama okuduklarım ve günden güne heybeme doldurup biriktirdiğim bilgiler bana değil başkasına mal oluyor; çünkü başkasının beyninde olan ama benim içimde biriken şeyler var. Bir zamanlar en yakın dostlarım olan roman kahramanları şimdi bana yüz çeviriyor, sırtını dönüyorlar.” (Sayfa, 50)

Evden çıkmadan, acaba annemi mi öldürsem diye geçirir içinden. Acaba avım bu mu, yanı başımda, evimde mi, diye düşünür. Zavallı, hasta, ağrılarla kıvranan annesini mi bu hayattan kurtarmalı acaba? Burada ölüm mefhumunu biraz da metafizik boyutlar yükleyerek irdelemeye çalışır. Aslında ölümden ziyade yaşam mefhumunu… Sonrasını değil de öncesini (ölüm öncesini) sorgular. Ölümü bir kurtuluş olarak görür ve bu yüzden avını da şanslı addeder, ona iyilik yapacağını düşünür. Onu dünya zindanından kurtarmaya çalışır. Ölümü o kadar basitleştirir ki cinayetten sonra alelacele toparlanıp kaçmayı dahi düşünmez. Yavaş yavaş, işini halletmiş olmanın verdiği bir rahatlıkla elini kolunu sallaya sallaya çıkıp gideceğini sanır. Burada aslında yazar toplumsal bir gerçekliğe parmak basar. Çağdaş dünyanın ölüme yüklediği anlamı vurgular. Ölümü çağımızın basit, alelade, sıradan, ürkünç olmaktan çıkmış, içi boşalmış olgularından biri olarak lanse eder.

Gün boyu karşılaştığı her kesimden, her meslek erbabından kişileri avı olarak görür. Her birini, acaba bunu mu öldürsem diye geçirir içinden. Komşu kızını, kasabı, manavı, bakkalı, ciğerciyi, ayakkabıcıyı, çaycıyı, sazcıyı ve en son da dinlenmek için gittiği bir otelde kalan ve konferans vermek üzere Türkiye’de bulunan ünlü Kürt yazar Celîlê Celîl’i öldürmeyi düşünür.

Devam edecek…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süleyman Karataş Arşivi