Enver Özkahraman

Enver Özkahraman

Bir düğün ve Êzidiler

Bir düğün ve Êzidiler

İran yazısına başlamıştım ki, değerli dostum Hafız"dan(Tuğan), oğlu Ferhat'ın Duhok'taki düğünü için davet aldım. Hiç durur muydum? Gurbet elde çok sevdiğim arkadaşımın mutlu günüde yanında olmalıydım. Hani Hakkari'de olsa "belki" diyeceğim. Ama gurbetteki bir oğul bir yeğen için bir düğün. Düğüne üç gün kala, sevdiğim üç genci de yanıma alarak gittim Duhok'a, arkadaşımın kardeşimin hizmet babımdan bir ihtiyacı olur diye.

 

Aklımca Hafız'ı yalnız bırakmayıp, düğün hazırlıkları için gurbette, götür getir işlerinde yardım edecektik Duhok'ta… Baktım Hafız'ın çevresi cıvıl cıvıl yakınları ve gençlerden geçilmiyor. Oturttular bizi parmağımızı kıpırdatmamıza bile müsaade etmedikleri gibi bize hizmette kusur etmemek için ellerinden geleni ardına bırakmadılar. Yardım etmeye gitmiştim, baktım yük oluyoruz. Düğün gecesine üç gece vardı, bir bahane bulup kaytarmalıydım düğün gecesine kadar yük olmamak için. Öyle de yaptım, hemen bir bahane ile kaytardım.

   

 “Hewler'de önemli işim var. Düğün günü gelirim” diye uydurdum. Gittim eski bir arkadaşı buldum. Şair Rêkêş Amêdi. Yağmurdan kaçarken doluya tutulmuştum. Hiç durdurmadı bizi işini gücünü bıraktı bizi gezdirmeye başladı..

  

Saddam'ın saraylarını merak ediyordum. Dohok'un kuzey doğusundaki Gare dağına tırmandık. Su ve elektrik çıkarmışlar 2800 metrelik sarp dağın tepesine yolda anlattılar. Böyle bir sürü sarayı varmış her tarafta. Kimse nerede olduğunu bilmesin diye. Galiba diktatörlerin hepsinin kaderi böyle dünya dar geliyor onlara. Kendi gölgelerinden, hatta tuvalette çıkardıkları seslerden bile irkildikleri bir gerçektir.

        

Saraya yaklaştıkça “MAYIN” tabelalarını gördük yolun sağında solunda, her taraf mayınlı dediler, yalnız yolda mayın yok.

 

Yarı yıkık sarayı birkaç Kürt askeri koruyor. Türkiye'den geldiğimiz için bize ilgi gösterdiler. Burayı bu Sarayı önceki yıllarda Türk uçakları bombaladı dediler (PKK'liler barınıyor diye.) Sarayın bir bölümü yıkılmış. Çok kalın taş duvarları var, tavanında ve bazı duvarlarındaki seramiklerin bir kısmı duruyor, yerdeki cam parçalarından bir kaçını alıp baktım bir santim kalınlığında kurşun geçirmeyen camlardan... Oradan her tarafı hatta Hakkâri dağlarını rahatlıkla görebiliyorsunuz. İmadiye ve Bamernê köyü ovasına tepeden bakıyorsunuz. Ovada bir köyün alanı kadar büyük bir alanın beyaz surlarla çevrili olduğunu gördüm, "bu ne" dedim. O da Saddam'ın sarayı idi, her tarafı 3 metrelik duvarlarla örülü ve elli metrede bir gözleme noktası varmış. Duvarların içinde de kaplanlar geziniyormuş, duvarları ve nöbetçileri geçen olursa da kaplanları geçmeleri mümkün değilmiş.

     

O geceyi diktatörleri Saddam'ı ve Irak halkının bilhassa Irak"taki Kürtlerin çektiklerini düşünerek geçirdim.

 

*  *  *

 

Ferman amca uzun yıllar eşkıya olarak yaşamış. Daha sonra af ile birlikte gelip Hakkâri'ye bağlı Ersan köyüne yerleşmiş. Ben onu 1970'li yılların sonunda tanıdım. Dünya tatlısı bir insan ve dolu dolu idi. Fırsat buldukça onunla sohbet eder eski anılarını anlatmasını isterdim. Ferman amca firari olduğu yıllarda uzun yıllar Irakta kalmış Meşhur DEWALİ AĞA'nın (Dostkilerin ağası) “PEYA lığını” elemanı olmuş ve Êzidi'lerin içinde çok kalmıştı. Ben de küçüklüğümdeki söylentilerin de etkisinde kalmış olacağım ki, hep Êzidileri sorar dururdum. İnançları ve yaşamları ile onları çok merak ederdim.

                      

Küçükken, büyüklerimiz dinimiz ve mezhebimiz dışındakileri gözümüzden düşürmek ve nefret etmemiz için Alevi kardeşlerimiz için MUM SÖNDÜ safsatasını, Ezidi kardeşlerimiz için de (Kaçırdıkları Müslüman çocuklarını iğneli bir beşiğe koyarak kanını damla damla akıtarak hamurla yoğurarak  “KADE” çörek yapıp “TIBARIK” diye yiyorlar Êzidiler.) Tabi gençliğimde yani 60 yıllarda benzeri bir safsatayı, yazarı, sadece ”Emekli bir subay” diye yazılan İĞNELİ FIÇI diye bir kitapta okumuştum ama burada da “KANLI ÇÖREK” Yahudilere mal ediliyordu. Zaten bu iftira ve safsataları o yıllar anlamıştım.

           

Ferman amcadan da sormuştum bunları.

 

“Ne mamo ne. Hemu direwin. Me van tiştan bi kûna wan birayê xwe ve pate kiriye. (Yok yok, hepsi yalan. Biz yapmamışız bunları Êzidi kardeşlerimizin kıçına.)” demişti.

 

Üzülerek kaç kez anlattığı anısında “Dağ başını mekân tuttuğumuz günlerden bir gün, yiyeceğimiz kalmamıştı, açtık gittim onların (Êzidi"lerin) bir kuzusunu çaldım, götürdüm diğer kaçak arkadaşlarla pişirip yemiştik. Beni birkaç gün sonra yakaladılar. Bizim buralarda pek hırsızlık olmaz, bizim bir kuzumuz kayıptır, her hal bunu sen çalmışsın. Gel yemin et, dediler. Korkudan Kuran kitap yemin ediyorum adamlar inanmıyor bana. Sonra beni götürdüler bir odaya bir STUN"a elimi koydular ve hadi bu STUN"la MISHEF üzerine yemin et dediler..İçim ürperdi edemedim vallahide bilallahide edemedim STUNA ve MISHEFE yemin edemedim ve itiraf ettim “KUZUYU BEN ÇALMIŞTIM” dedim. Bu onların çok hoşuna gitti benim kadrimi çok tuttular bana yemek yedirdiler, çay içirdiler, birde kuzu verdiler ve beni uğurladılar. Ama Eşkıyanın vicdanı mı olur arkadaşların ısrarı ile tekrar tekrar kaç kuzularını çalıp yedik bilmiyorum. Allah beni af etsin. Keşke mümkün olsaydı da onlardan helalık alabilseydim bir gün.” demişti..

         

Yine çocukluğumuzda ve gençliğimizde çevremizden hep duyardık. “Her kim ki bir Êzidi öldürürse eli dirseğine kadar YEŞİL rengini alacak ve öbür dünyada da sorgusuz sualsiz cennetin kapıları ona açılacaktır” denildiği için bende defalarca ama defalarca, takılmıştım

 

Ferman Amcaya “Sıyır bakalım kolunu dirseğine kadar, bakalım yeşile çalıyor mu?”diye.

 

“Ne mamo ne. Direwin, çawa riha Xwedê dayi de tû bistînî, Ew birayê mene, ez hatibama kuştin ji min tilya xwe liwan nedikêşa, min nehêla kes tilya xwe dirêjî wan bike..(Yalan hepsi yalan Allahın verdiği canı nasıl alırsın, onlar bizim kardeşimiz, beni öldürseydiler bile tetiği onlara çekmezdim ve kimsenin onlara parmak uzatmalarına da müsaade etmezdim)” diyordu. Ona inanıyordum. Çünkü benimle hep samimi ve içtendi birçok sırrını anlatmıştı bana.

 

1991 yılında Fotoğraf sergisi için ilk kez Almanya"ya gittiğimde sergi sırasında kaynaştığımız bir Kürt kardeşim, beni evine misafir etmek istemişti, bende kabul etmiştim. O arkadaşın aracı ile akşam evine misafirliğe giderken tanımadığım bir kişi daha vardı araçta. Bizi davet eden kardeşim bir ara “Enver abi, bu arkadaş Tiflis"ten gelmiş. Şamil ağabey Tiflis"te Êzidi"lerin temsilcisidir. Ben de Êzidiyim. Evde yaşlı babam var o biraz tutucudur, ne olur dikkat et konuşmalar sırasında gayri ihtiyaride olsa ağzından ŞEYTAN-MEYTAN kelimeleri çıkmasın.” Şoke olmuştum “Yoo yo ağzımdan öyle bir şey çıkmaz, çıkmaz” demiştim. Emin emin.“Babama seni de Êzidi olarak tanıştırmam da bir sakınca var mı?”. “Yoo yo bir sakınca yoktur” demiştim.

        

Bir tuhaf olmuştum donup kalmıştım. İki Êzidi ile bir araçta bulunmak ve o gece bir Êzidiye misafir olmak anlatamayacağım bir duyguydu. Eve gidinceye kadar çocukluğumuzda ve gençliğimizde Êzidiler için bize söylenenler bir film şeridi gibi gelip geçti gözlerimin önünden.

        

Bizi ağırlayan eve girdiğimde Güneydoğunun kokusu geldi burnuma. Yaşlı baba bir kanepeye bağdaş kurmuş, şapkalı (güneydoğuluların şapkasından) beyaz saçlı, beyaz pala bıyıklı, içtiği sigaradan bıyıkları sararmış burun delikleri hizasında ise kahverengini almış.

 

Şalvarlı yelekli 65–70 yaşlarında, güler yüzlü biri. Bizi görünce ayağa kalkmak istedi biz bırakmadık elin öptük saygı ile oğlu bizi tanıştırdı ve bizim içinde “Misafirlerimizin ikisi de Êzididir biri Hakkâri"den, biri Tiflis"ten gelmişler” dedi.

 

Adamcağız kayıp ettiği değerli iki mücevherini bulmuş gibi sevindi. Hoş beşten sonra aile efradı da sevine sevine bize “Hoş Geldiniz” ettiler. Ama amcanın boyuna bize bakıp bakıp bıyık altından güldüğü dikkatimden kaçmıyordu ki. Amca oğluna dönerek “Oğlum, sen misafirlerimizin ikisi de Êzididir dedin değimli?”, “He baba ikisi de Êzididir.”, “Oğlum, ama ikisi de bıyıksızdır. Bıyıksız Êzidi olur muymuş onu da ben anlamadım.”dedi

  

“Baba, bunlar okul, üniversite okumuş. O eski köylülük kalmamış bunlarda, bunlarda medeni yerlerde yaşıyorlar ne yapsınlar ortama uymak zorundadırlar.”

 

 Baba inanmamış gibi başını salladı.Ben elimden geldiğince pot kırmamak için susmak istiyordum,dini konularda hep Şamil arkadaş cevap veriyordu ev sahibi yaşlıya..

       

Sohbetimiz geç saatlere kadar normal devam etti etmesine de..Yaşlı amca mutluluktan havalarda uçuyor ,sohbeti koyulaştırdıkça gençleşiyordu adeta,sevinçliydi mutluydu..Nerden bilecekti ki benim gibi densizin biri her şeyin ama her şeyin içine edecek ve sohbetin en tatlı yerinde. Bu yazıyı yazan Enver büyük bir POT kıracak, kime ve niçin uyduysa o şom ağzını tutamayarak, cümle içinde “ŞEYTANA UYDUM” kelimeleri ile onlarca çuval incirin içine ediverecek o saygıya değer Êzidi yaşlısının huzurda, hem de evinde ağır aziz bir misafirken. İşte böyle bir felaket gelmişti başıma 1990"da misafiri olduğum muhterem bir Êzidi"nin evinde.

         

O gece ve daha sonraları binlerce defa özür diledim. Onlar da yemin kasemler ederek beni “normal” karşıladıklarını söylemelerine rağmen hala içim rahat değil.

 

*  *  *

 

Şair Rêkêş arabasıyla bizi götürüyor Hevlêr"e doğru. Dağları bitirdik bir ovaya girmek üzereyiz. Sol tarafımızda bir köy.

 

“Burası Êzidilerin köyü Baedrê köyüdür”dedi Rêkêş. Gayri ihtiyari “Neee? Ciddi olamazsın” demiştim.

“Niye ciddi olmayayım ki Enver hoca.”

“Baedrê burası mıdır?”

“Hocam Vallahi burası Baedrê"dır” demişti Rêkeş

“Peki, Laleş nerdedir?”

Sağ taraftaki dağları eli ile göstererek;

“Aha oradaki Vadinin içindedir Laleş.”

 

Çok değerli bir şeyini bulmuş gibi sevinmiştim. Aslında Biz Hewlêr"e gitmek için yola çıkmıştık Rêkêş bizi gezdirecekti Hewlêr"de. Ama içimden de “Keşke Hewlêr in yerine Laleşe gitseydik “diye geçirmiştim ama bunu nedense Rêkêş e söyleyememiştim. Baedır köyünü Arkamıza almıştık ki önümüzde birkaç araçlık bir kalabalık gördük. Rêkêş “Aha bunlar Êzidi, düğünde onların” dedi. Heyecanlanmıştım.

     

“Durup onlarla tanışıp konuşamaz mıyız?”demiştim gayri ihtiyari. Rêkêş ayağını gazdan çekip “Tabi niçin olmasın ben bunları tanıyorum DÛMİLÊ köyündendirler. Köy önümüzde isterseniz köye bile gidebiliriz” demişti. Durduk…

 

Kalabalıktan birkaç kişi yanımıza geldi. (Rêkêş"i tanıyorlardı) Bize, “Hoş geldiniz” deyip hal hatır sordular. Baktım gelin ve damat da var, oyun oynuyorlar yolun kenarında. Düğünün bir Hakkâri düğününden hiç farkı yok, ritm, makam, ses elbiseler, cemedaniler her şey aynı. Fahri, Murat (Adıyaman)  dâhil olduk düğüne. Çok hoşlarına gitti, bizimle ilgilenmeye başladı herkes.

    

“Nerelidirler?” diye sordular Rêkêş"e.

 

“Türkiye"den, Hakkâri"den gelmişler” dedi Rêkêş.

 

Yaşlı bir yezidi “Oooo Şanê kûwara eslîne.(Asil kovan"ın, Karakovan"ın peteğidirler.)”dedi ve gelip bir kez daha sarılıp öptü bizi.

 

Ben bizim Murat"a, “Murat, Murat bizim bir görüntümüzü al.” dedim. Beni duyanlar bir bana bir Murat"a baktılar şaşkın şaşkın. O yaşlı Murat"ı göstererek “Allah bağışlasın, gencin adı Murat mı?”diye sordular. Biz de cevapladı: “Hee Murat"tır.”

     

Yaşlı Murat"a sarıldı öptü. “Murat bizde, biz Êzidilerde değerli bir isimdir. Onun için biz bu ismin sahibine de çok değer veririz.” dedi. Bir daha Murat"ı kucakladı.

 

Bana döndü yaşlı:

“Enver Bey, lütfen itiraz etmeyin, biz sizi canı gönülden köydeki düğünümüze davet ediyoruz. Müslümanların bir kısmı yemeğimizi ve suyumuzu beğenmezler ama her hal siz, bizi kırmazsınız. Yemeğimizi yemezseniz bile bir suyumuz veya bir çayımızı içerseniz, çok çok mutlu oluruz, bizi onurlandırırsınız.” dedi.

        

Ben hiç ama hiç tereddüt etmeden ve yol arkadaşlarıma da sormadan:

“Gelirim gelirim ama bir şartla” dedim yaşlı adama.

“Şartın ne olursa baş üstüne.”dedi.

“Eğer bana yemek yedirirsen gelirim” dedim.

           

Adamın hayretten şaşkına döndü, bir elini başına bir elini de gözüne götürdü.

“Weeeyyyy  pê we ser vê çavî û ser vê serî, (Ayağınız bu gözle bu baş üzere)” dedi.

“Başın gözün yüz yıllık olsun” dedik adama.

        

Döndü kalabalığa “Govendi bırakın misafirlerimiz bizimle köye gelecekler haydin arabalara.” dedi yüksek sesle. Herkes aracına, biz de aracımıza bindik. O anda Almanya"da bir Êzidi"nin evinde, şom ağzımdan kaçırdığım “ŞEYTANA UYDUM” kelimeleri aklıma geldi. Yanımdaki arkadaşlara sıkı sıkı tembih ettim “elinizden geldiğince hiç konuşmayın konuşursanız da düşünerek konuşun hele hele ağzınızdan şeytan, meytan kelimesi asla çıkmasın.” dedim.

 

Not: Objektifimizle gelecek bölümde Şeyx Adi (Hadi) Türbesi LALEŞ'teyiz.

 


Yıllar sonra bir mutluluk tablosu: Cumhur (Keskin) gibi bir devin ablası olmak, Hafız gibi bir Fil"in eşi olmak, güzeller güzeli Av. Rojbin"in annesi olmak ve de hiç hayal edilemeyecek bir hasreti evinden uzak bir yerde de olsa en büyük çocuğunun mürüvvetini görmek. Semiha ablaya yakışıyor da bu hüzünlü mutluluk. Gençlere paylaşım bilinci ile mutluluklar diliyorum.

 


Sanki Rojbin ablamızdan başka hiç kimsenin abisi evlenmemiş. Güzel ablamızın o gece ayakları hiç yere basmadı, sevinçten de bıyıklarını balta bile kesmiyordu inanın.


Gece çok hareketli ve renkli idi.


Dohok"ta bir Hakkari gecesi gibi idi Ferhat"ın düğünü.

Yıllar sonra kardeşler bir araya gelmişlerdi. Hepsinin de yüzü gülüyordu, objektifimizden sonra da.


Düğün gecesine kadar kaytarmak istemiş ve Değerli Şair Rêkêş Amêdi"yi(Ortada) bulmuştum. Üç gün boyunca bizi yalnız bırakmadı. Duhok ve çevresinde tanınan ve sevilen Rêkêş"in birçok şiiri başta TAHSİN TAHA (Lê venabim, Parzûnk, Rûbaro gibi birçok şiiri)olmak üzere birçok Kürt sanatçısı tarafından bestelenmiştir.


Nur içinde yatsın FERMAN amca. Yaşamı gibi kendisi de fiziki olarak başka bir tipti. Kaşları aşağı doğru bıyıkları ise yukarı doğru uzuyordu. Sağken yapmıştım bu heykelciğini haberi olmadan. Biri çıtlatmıştı ona bir gün geldi, “Bak ben şimdiye kadar senden bir şey istemedim, şimdi senden bir isteğim var beni kırmazsın değimli?”diye sordu. Ben de ona; “Her isteğin başım üstüne.”demiştim. Benden yaptığım heykelini görmek istediğini söyledi, heykeli gösterdim. Çok güldü, çok beğendiğini ve bunun yüzünden öbür dünyada topuz yiyecek olsa bunlardan bana da tattıracağını söylemişti. Gülüşmüştük ...

 


2800 metre yükseklikte Gare dağının en tepesindeki Saddam"ın sarayına çıkmak için kaç viraj döndük bilmiyorum. “Korku dağları sardı” deyimi böyle diktatörler için söylenmiş olmalı.


Gare dağının doruğunda içinde elektriği soğuk sıcak suyu bulunan Saray bugün bu halde.


Bir zamanlar Saddam'ın oturma salonuydu burası. Şimdi ise burayı koruyan Kürt askerleri ile birlikte objektife böyle poz verdik binanın sağlam kalan bir bölümünde...


Saraydan kuzeye bakılınca Hakkâri Dağlarını görebiliyorsunuz.

 


Sarayın doğudaki balkonunda ancak oturarak objektife bakabildim. Alt tarafı uçurum ve mayın tarlası, arkada Gare dağı silsilesi görülüyor.

 


Aslında Rêkêş kardeşle bizi Hewlêr"e götürüp gezdirmesi için yola çıkmıştık. Êzidilerin ünlü Baedir köyünü görmüştüm.


Baedrê köyünü ve Laleş"in yakında olduğunu duyunca Hewlêr"den vaz geçip oraları görmek istediğimi söyleyememiştim Rêkêş"e. Ama yolumuzda tıpkı Hakkârililer gibi Şêxanê ile tozu dumana katan Êzidileri görünce dayanamayıp “DURALIM” demiştim.

 


Êzidilerde gelin almaya damatta gidiyormuş. Belki Hakkâri çevresi ile tek farkı bu. Yoksa figürü gırtlağı ve şivesi ile aynıdır govendleri.


Bizim Murat"a(Adıyaman) “fotoğrafımızı çek” dediğimde, Muratla ilgilendiler ve “Murat ismi bizde kutsaldır, bu isimlileri de çok severiz” dedi solumdaki Êzidi kardeşim.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
16 Yorum
Enver Özkahraman Arşivi

Medo

03 Ocak 2021 Pazar 13:18