İrfan Sarı

İrfan Sarı

Belalıydı coğrafya

Belalıydı coğrafya

Baskının ve yoksulluğun hüküm sürdüğü coğrafyada doğa afetleri de bir o kadar gaddardı. Taşı toprağı sürümek, ağaçları kökünden sökmek afetlerde pek sık rastlanır bir durumdu. Ancak bir afet ki bu yazacağım duyguyu insan bedenine ilmek ilmek işleyecek.

Bir gece Azrail beyaza büründü topladı dağdan taştan bütün karı ve sürdü vadinin kıyısındaki köyün üstüne. Kar yürüdükçe çoğalıyor ve gürültüsü korku salıyordu. Ne varsa katıyordu önüne. Ağaç, taş, ev, ağıl ve içindekileri sürüklerken gürültüsü canavarlaşıyordu. Metrelerce yüksek ve bir o kadar çoğalmış olarak durduğunda yediklerini hazm etmek için güneşe serilen timsaha benziyordu.

Yollar kapalıydı. Kasabadan oraya yardım tez ulaşamadı. üstelik kar yağıyordu durmadan. Diğer gün varıldığında dehşetin karşısında çaresizdi insanlar. Tırnak ile diş ile kazıldı kar. Her kazılışta bir cansız ceset her deşişte donmuş bir insan heykeli çıktı karşılarına. Akşam vakti bedeninin sıcaklığını hala muhafaza eden Menice"ye ulaşıldı.

Aileden geriye bir tek Menice kalmıştı.

Bulunduğunda yüzükoyundu ve bir elini uzatmış gibi duruyordu. Biraz ötesinde kızı Desmal vardı o daha yeni yürümeye başlamıştı. Ölüm ona çok büyük ihanet yapmıştı.

Menice ellili yaşlarındaydı akranlarına göre çok geç evlenmişti. Hamarattı, dört çocuğu vardı ama, o gün hiç biri yoktu artık ve kocası da ölmüştü. Gözlerini ilk açtığında “Desmal"amên a sava ka?”(bebeğim Desmal hani?) dedi. Peşi sıra; “Be hûn xûdayî xwe bikên gûndîno Ronya"mîn a bedev, Êlî"yêmîn ê enî çiya, Ferhat"ê ê bejîn bal ka?”( siz Allah"ınızın güzel adına söyleyin güzel Ronya"m, alnı dağ Ali"m, boylu poslu Ferhat"ım hani?)

Menice için artık geç bulduğu kocası da yoktu ama hiç yad etmedi yüreğinin yangınında onu bir gömdü ki ahları ile bütün o diyarı yaraladı.

Zaman hızla ilerledi kalan köylüler kasabaya nakil edildiler. Ancak menice ayrılmadı köyden ayakta duran tandır evine çığdan ganimet bir de yatak serdi. Komşularına beslemesi için ortak verdiği ineğini geri aldı ve tandır evinde ineği ile yaşamını sürdürdü.

Kış çok çetin geçiyordu. Rüzgâr bazen tandır evinin küçük penceresinden bütün kuvvetiyle girip ortalığı buza çeviriyordu. Mecbur kalıp tek ışık aldığı o pencereyi çaputlarla doldurdu. Yalnız ve uzun geçen kış gecelerinde yemek yiyene kadar çırasının fitilini ateşliyor sonra yatağına girip sabah kadar çocuklarının ve eşinin hayaliyle kıvranıp duruyordu. Sabah uyandığında da ilk iş fistanının cebine birkaç avuç buğday alıp çocuklarının mezarına gitmek olurdu. Mezara alıştırdığı sığırcık ve serçe kuşlarına yem atardı. “Bîla zarûkîmîn ber dengî cucîk a bê razên, ber ku xeva xwe ya şirin da ne tîrsîn ” derdi ki (benim yavrularım kuş sesiyle uyusunlar ki şirin uykularında korkmasınlar.) Sonra göz yurdundan çok tanıdık o sıcak yaşları bırakır ve ayrılırdı. İneğine su içirir, ot yedirir, karnını doyurur sonra saatlerce kıbleye dururdu.

Uzayan kış artık erzakını bitirmek üzereydi ki karlar erimeye başladı. Bu kez de kar suları tandır evine destursuzca girip tandırını bozdu. Taş ocakta baharı karşılamaya başladı bu kez. Karlar yerden elini ayağını keserken güneşte yavaş yavaş ısıtmaya başladı köyü. Menice pencereye doldurduğu çaputları indirdi içeri ışık sızmaya başladı. İçeride birlikte kaldığı ineğini artık gündüzleri dışarı çıkarıp bağladı ama gece kurda kuşa yem olmasın diye tekrar içeri alıyordu.

Mayıs gelip çattığında çığın sürüklediği ve öldürdüğü hayvan leşleri de iyice çürüyüp etrafa keskin kokular yaymaya başladı. Ama menice köyün biraz uzağında sırtında çuvallarla toprak taşıyıp üstünü örttü. Bir nebzede olsa kokuları kesmişti artık. Toprağı taşıdığı yerde bir damar kırmızı toprak gördü. Bu hemen aklına bozulan tandırının yerine yenisini yapma fikrini getirdi. Hemen o gün toprağı tandır evinin yanına taşıdı. Birkaç gün içinde görkemli bir tandır yapmıştı. Güneşte kuruyan tandırını eskisinin yerine yerleştirmek üzereyken bir akşam karanlığında tandır evinin kapısı dövülmeye başlandı. Kapıyı açmasına fırsat vermeden içeri ellerinde silahları birkaç asker girdi. Menice Türkçe bilmiyordu. Askerlerde Türkçe soruyordu.

Gelen askerlerin başlarındaki çok bağırıyordu. Gözleri kepinin siperinden ateş gibi yanıyordu.

Ortalığı el fenerleriyle taradılar bir şey yoktu. Yarım çuval buğdayı ve bir çuval kadarda unu kalmıştı Menice"nin. Onu ihanete yordular ununu ve buğdayını döktüler. Dışarı çıkınca tandırını da kırdılar. Ağlamaya mecali yoktu. Tek başınaydı ve konuştukları dinlenilmiyordu ya da nefret duygularını zavallı bir kadının çaresizliğine kusuyorlardı. Tek başına bir kadın bu köyde yalnız yaşayamazdı. Yaşasa yaşam ona zehirdi. Hayatının bu çıkmaz sokağında yolu daraltılıyordu.

Ama onu buraya bağlayan fazlaca nedenleri vardı. Eğer doğa bu kadar canavraca dayanmışsa kapısına varsın başkalarıda gelsin dedi kendi kendine. Onu da sinesine çekip sabah erkenden mezarlığa gitti. Çocuklarına dün akşam olanları anlattı. “Lê ne xemgin bîn min genim berhev kir u aha min para cucîk a ani ber ku ev bedela dengê xwe vegîrên u ve tenî ne hîşîn.” (Siz tasalanmayın ve kederlenmeyin ben buğdayı topladım bakın buda kuşların payı ki seslerinin ödülünü alsınlar ve sizi yalnız bırakmasınlar.)

Birkaç gün sonra kırılan tandırını yeniden yaptı ve eskisinin yerine yerleştirdi.

Artık gelecek kışın hazırlığı için şimdiden kollarını sıvamalıydı. İneği de bu sene doğurmadı yani şimdiye kadar doğurmalıyken henüz doğurmamıştı. Artık bahar iyiden iyiye kendini gösterirken pancar zamanı da gelip çatmıştı. Pancara gidiyor bir yandan da kurutuyordu kış için.

Ancak bu sene hem buğdaya hem de yoncaya ihtiyacı vardı. Eğer köylüler gelirse şansı yaver gidecekti yok gelmezse kendisi sürüp tarlayı ekin ekecekti ve yoncayı da. Gerçi ot vardı ama o ineğine yonca verecekti bu kış. Ki memeleri süt dolsun ve sütünden peynirde tutsun kendine.

Mayısın sonlarına doğru köylüler geldiler Menice kaç zamandı insan yüzü görmemişti. Hasret giderdi oturup ağladı yüreğinin leğeninde biriken bütün elemi döktü.

Kocasından kalma birkaç tarlası vardı. Köylülere ortak verdi dedi ki siz ekip sürün bakımlarını da ben yaparım.

Anlaştılar.

Bir gün sabaha karşı ineğinin iniltileriyle uyandı. İçeriye ışık sızıyordu. İnek kıvranıyordu. Güngörmüştü menice bir annenin sezileriyle ineğinin doğuracağını anladı. Yarım saate kalmadı inek doğurdu haziranın ikinci haftasıydı. Beyaz benekli kahverengi dişi bir buzağıydı. Çığ onu vurduğundan beridir ilk defa güldü. sevincinden yerinde duramıyordu. Koşarak bir kova su getirdi ineğine ikram etti. Boynuzlarının arasından başlayarak karnına sırtına değin parmaklarıyla tımar yaptı. Buzağının kalkmasına yardımcı oldu ve annesinin memesine alışmasını sağladı elleriyle. O gün akşam kadar ineği ve buzağıyla oynaştı gülüştü. Diğer gün koşarak mezara gitti yine ve olup biteni bir bir anlattı çocuklarına. Sonra dedi ki buzağının ismini “Bêbav” (babasız) koydum.

Menice gün geçtikçe boy atan buğdayları ve yoncaları sularken bir yandan da buzağını büyütüyordu evlat gibi. Hatta ineğin sütünü her an emmesin diye onu beraberine gittiği yerlere götürüyordu artık. İneğinin sütünden yaptığı yoğurdu alır götürür ve afiyetle yerken buzağına da taze ve ıslak otlar veriyordu.

O yıl buğday ve otlar çok bereketliydi kışa debarı (kışlık erzak) çok olacaktı.

Temmuzun son haftasıydı artık yonca biçme zamanıydı. Peşi sıra ayrılmayan Bebav arkada o önde evlerine doğru giderken yoncanın içinde uzanan ineğini gördü. Korkuyla adımlarını hızlandırdı ineğinin yanına gidince gördüğü manzara onu yüreğinden yakmıştı. İneği yoncaya girmiş yediği yoncadan şişmiş davul gibi olmuştu. Koştu yan yatan ineğinin başını kucağına aldı o kocaman gözlerinden beni kurtar iması vardı. Bir şey yapamadı. Sadece bakarak ağladı ineği de ağladı sonra canından olmuş olmalı ki ineğin kafası ağırlaştı ve devrildi. Tam o sırada Bebav da geldi anlamış gibi annesine sürtünmeye başladı. Başında dolandı. Bir insan yavrusu gibi tasalıydı, tedirgindi. Sonra gidip ölü annesinin memesine dayadı başını bunun son kez olacağını bilmeksizin.

Menice durmadan ağladı. Haykırdı. Hıçkırdı.

Bebav doyduktan sonra kalktı dizlerinin üstünden ayağa. Menice de kalktı yürüdüler evlerine… Akşam karanlığına daha epey vardı.

Bu belalı coğrafyadan sevdiklerini bir bir kaybediyordu. Sanki tanrı onu cezalandırıyordu. Ama onun cezasını başkaları hayatıyla ödüyordu. Eve varırken kıbleye durdu. “Tanrım! Dedi. Benim canımı kaç kez aldın ama hala nefes alıyorum. Bu nefesimi de alsan ben buradan bir tek gün ayrılmayacağım.”

Başındaki leçeğini indirdi bir parça kırık ayna vardı ordan baktı kendine. Çığ düştüğünden beri ilk defa kendini gördü. Saçları damar damar beyaz vermişti yüzü kırışmış kehribar sarısı gözleri ışığını yitirmişti. Artık karanlık tepelerden gölge gibi tandır evine doğru çökmek üzereydi Bebav gelip yanağını yaladı. Kalktı yerinden seccadesini topladı Bebav"ın içinden geçenleri okurmuşçasına tandır evinden çıkıp yonca tarlasına gittiler.

Bebav tıpkı insan gibi annesine kalk diyordu sanki… Küçücük Bebav acıyı erken öğrenmişti tıpkı Kürt çocukları gibi de yaşamıştı.

Bildik. Öğrendik. Bu coğrafyada acı erken büyütür adamı…

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
4 Yorum
İrfan Sarı Arşivi