İbrahim Genç

İbrahim Genç

Ana dilinde susmak

Ana dilinde susmak

Toplum tarafından anlaşılmadığını düşünen bireylerde zamanla dıştan içe doğru bir psikolojik durum oluşur. Öyle ki toplumla iletişim halinde olabilen birey için tüm çevre ve nesneler bir yaşamı simgelerken, kendini ifade edemeyen biri için, içinde yaşadığı çevre ve etrafındaki nesneler siliktir, anlamsızdır. Dolayısıyla birey, anlaşıldığı ölçüde toplumun her alanına yayılabilen bir canlılığa sahip olur. Bunun tam tersi bir durumda ise toplumun içinden ıssızlıklara çekilen birey, zamanla kendi odasına kapanır ve bu artık onun mağarası olur. Bu mağarada derinleşen içe kapanma zamanla öyle büyür ki bireyi yarı delilik durumuna getirip “dışarı”ya karşı bir korkuya neden olabilir. Çünkü dile gelmeyen şeyler, anlaşılamaz. Anlaşılamayan ise bilinemez ve insanlar bilmediklerine karşı bir önyargı beslerler.

Bu sebepledir ki genelde dil, özelde ise ana dili; toplumsal huzur ve bireysel sosyalleşme-katılım noktasında büyük bir öneme sahiptir. Dilin bu öneminden dolayı, dünyanın hemen her yerinde bir halkın köleleştirilmesi işi ilkin dilden başlatılır. Çünkü dil, aynı zamanda düşünce demektir; dilin yok edilmesi, bir halkın düşüncesiz bırakılması anlamına gelir. Düşüncesiz kalan halkın da zamanla en alt tabakaya sürülmesi ve işçi sınıfı haline gelmesine neden olur. Çünkü kendi dillerine ket vurulan ve başka bir dille eğitim almaya mecbur edilen çocukların, kendi ana dilleriyle eğitim alan çocuklara göre aynı başarıyı göstermesi daha zordur. Bu sebeple birçok çocuk, eğitim sürecini tamamlayamıyor ve işçi sınıfına dahil oluyor.

“ÇİVİLER AĞZINA BATMAZ MI SENİN?”

Bunun anlaşılabilmesi için ana dilin öneminin bir çocuğunun dünyasından anlatıldığı Refik Halit Karay’ın “Eskici” adlı hikayesine göz atmamız durumu daha somutlaştırabilir. Çünkü “Eskici” hikayesinde bir çocuğun ana dilinden uzaklaşıp anlayamadığı yeni bir dilin içine düştüğünde meydana gelen çatışmalar ve tabiat ile çocuğun psikolojisi arasındaki paralel değişim etkili bir biçimde anlatılıyor. Bunun yanında ana dilinden uzakta inatla susmanın nasıl bilinçli bir edim olduğu ve isyan halini aldığı da çarpıcı bir şekilde okuyucuya sezdiriliyor.

Hikayedeki ana karakter olan Hasan, yetim kalmış bir çocuktur. İstanbul’dan uzaktan akrabalarının eliyle Filistin’e halasının yanına vapurla gönderilecektir. Hasan’ı uğurlayanlar, üzerlerinden ağır bir yükün kalktığını düşünerek evlerine dönerler. Onlara göre Hasan, orada rahat edecekti. Burada yazar “…Hayırlı bir iş yaptıklarına herkesi inandırmış olanların uydurma neşesiyle, fakat gönülleri sisli, evlerine döndüler.” diyerek adeta tepki gösterir ve Hasan’a yakınlık duyar. Burada “gönülleri sisli” olanların çağrıştırdığı olumsuzlukla adeta dil konusunda gerekli olan bilincin yitirilmiş olması ve toplumsal bencillik vurgulanır. Nihayetinde Hasan’ı alan vapur İstanbul’dan uzaklaşmaktadır.

Hasan vapurda eğlenceli anlar geçirir. Etrafındaki her şeye hayretle bakan ve kendince anlamlandıran çocukların neşesiyle doludur. Yazarın ifadesiyle “Beş yaşında idi; peltek, şirin konuşmaları ile de güvertede yolcularını epeyce eğlendirmişti.” Çünkü Hasan’ın içinde bulunduğu ortam ona yabancı gelmemektedir. Ta ki vapur başka memleketlere uğrayıp da Hasan’ın bildiği çevre azalana kadar... Vapurdan insanların inmiş, başka insanlar binmişlerdi. Bu yüzden “Kalanlar bilmediği bir dilden konuşuyorlardı.” Hasan’ın da eski neşesi kaybolmuş, kendisini bir durgunluk almıştır artık. Etrafındaki insanlar Arapça bir şeyler konuşuyorlardı.

Böylece Hasan’ın içine düştüğü durgunluk, onun Hayfa’da trene bindirilmesiyle bir karanlığa bürünür. “Artık ana dili büsbütün işitilmez olmuştu. Hasan köşeye büzüldü; bir şeyler soran olsa da susuyordu, yanakları pençe pençe, al al olarak susuyordu.” Burada ilkin “susmak” fiili zarfsız verilirken daha sonra “pençe pençe, al al” zarflarıyla birlikte kullanılması Hasan’ın bilinçli bir susmaya girdiğini gösterir. Öyle ki Hasan “…Portakal bahçelerine dalmış, göğsünde bir katılık, gırtlağında lokmasını yutamamış gibi sert bir düğüm, daima susuyordu.” Memleketinden uzaklaştıkça tabiat değişecek, iklim değişecek, dil değişecek ve o daima susacaktı. İnsanın içine ferahlık veren yeşilliklerin yerini sarı çöller alacak, serin rüzgarlar yerini sıcak esintilere bırakacaktı. “Hasan gel!” denmeyecek, “Taal hun ya Hassen” denecekti.

Çiçek açmış bahçeler geride kalacak, zeytinlikler seyrekleşecekti. Hasan “Yamaçlarında keçiler otlayan kuru, yalçın, çatlak dağlar arasından…” geçecekti. Yazarın deyişiyle “Bunlar da bitti.” Burada “olana ek olarak, bile” anlamı veren “da/de” bağlacının cümleye kattığı vurgu ve anlam önemlidir. Çünkü burada sürekli bir kaybedişin vurgusu vardır, bir çocuğun tutunabildiği son şeylerin geride kalmasını gösterir. Aşama aşama kaybedilenin getirmiş olduğu suskunluğun derinleşmesi anlatılır. Bundan sonrasında tren uçsuz bucaksız düzlüklerde ilerler. Ağaç, dere, ev… Canlı olarak sadece ölgün ölgün yürüyen develer vardır. Burada tabiatın değişmesine paralel olarak Hasan da iyice kendi içine kapanmıştır ve suskunluğa gömülmüştür.

İstasyonda inince halası onu karşılar. Ona sarılır ve anlamadığı bir dilde bir şeyler söyler. Hasan anlamadığı her şeyi yadırgamaktadır. Çevre değişmiş, elbiseler değişmiş, dil değişmiştir. Halası Türkçe konuşsaydı belki bu kadar yadırgamayacaktı. Bu durum karşısında “Hasan durgun, tıkanıktı; susuyor, susuyordu. Öyle haftalarca sustu. Anlamaya başladığı Arapçayı, küçük kafasında beliren bir inatla konuşmayarak sustu.” Hasan zamanla oradaki çocuklar gibi giyinecek, saçlarını onlar gibi kesecek, yemeklere alışacaktı ama dile alışamayacaktı ve inatla susacaktı. “Eskici” hikayesi üzerinde incelemesi olan Dr. Şerife Çağın bu durumu “Bütün bunlara katlanmasına rağmen katlanamadığı bir şey vardır: Etrafındaki insanların Türkçeden başka bir dille konuşması. Hasan bu yabancılığa ya da bu yabancılığı ifade eden bütün maddi unsurlara katlanırken dil konusunda bilinçli bir tavır gösterir ve susmaya devam eder.” sözleriyle ifade ediyor.

Hasan susmaya devam ederken halasının evine bir gün bir satıcı gelir. Satıcının karşısına oturup onu izler; ama susarak. Satıcının yaptıklarına bakıp şaşırarak, eğlenerek onu seyreder. Hikayede “susuyor ve bakıyordu.” ifadesi bizi Hasan’ın ana diliyle soracağı soruya hazırlar adeta. Ki Hasan bir an dalgınlıkla, belki de içgüdüsel olarak ana diliyle “Çiviler ağzına batmaz mı senin?” diye sorar. Bu, kopmuş bir filmin tekrar bağlanmasıdır adeta. Satıcının da Türkçe konuşması onu Hasan’ın gözünde bir şahsiyet yapar. Çünkü Hasan’ın gözünde halası ve diğerleri onun dilinden konuşmadıkları için sadece bir yığındırlar. Ama bu satıcı, onun bilincini tekrar canlandırır. Öyle ki Hasan’ın hafızası yerine gelir adeta ve memleketindeki mekanlar canlanır. İstanbul’daki evlerini tarif eder, komşularından bahseder. Hem artık satıcının işine değil, artık yüzüne de bakmaktadır Hasan.  Öyle ki “Asıl konuşan Hasan’dı, altı aydan beri susan Hasan… Durmadan, dinlenmeden nefes almadan, yanakları sevincinden pembe pembe, dudakları taze, gevrek, billûr sesiyle bir teviye konuşuyordu.” Eskici ise hem çalışıyor hem de Hasan’ı dinliyordu. Çünkü eskici “Artık erişmeyeceği yurdunun bir deresini, bir rüzgarını, bir türküsünü dinliyormuş gibi hem zevkli, hem yaslı dinliyordu.”

Aylardır suskunluğa gömülen ve canlılığını yitiren Hasan, ana diliyle konuşunca birden canlanıveriyor. Öyle ki eskicinin gitmesini istemiyor, ağlıyor ağlıyor. Bu duruma dayanamayan eskici de ağlıyor. Eskicinin Türkçe konuşması onu Hasan’ın gözünde değerli kılıyor. Fakat eskici gitmektedir. Bunun üzerine Hasan “… hıçkıra hıçkıra, katıla katıla ağlamaktadır; bir daha Türkçe konuşacak adam bulamayacağına ağlamaktadır.”

Sonuç itibariyle Hasan’lar sadece hikayelerde kalmıyor. Bugün ülkemizde hâlâ anadilde eğitim sorunu yaşanıyor. Kendi etnik unsuru için her türlü imkanı seferber eden devlet anlayışı, bunun dışında kalan dilleri uzunca yıllar asimile etmek istedi. Bu asimilasyon devresi her ne kadar baskı-imha argümanlarını terk etmişse de dolaylı olarak farklı araçlarla diller üzerindeki asimilasyon devam ediyor. Ana dilleri Kürtçe, Arapça vs. olan çocuklar okula başladıklarında farklı bir dille eğitim almaya mecbur bırakılıyor. Öyle ki çocukların ana dilleriyle eğitim alması için çaba sarf etmek yerine bugün devlet, çocukların daha erken yaşlarda okula başlamasını sağlamak ve çocukların ana dillerinin zihinlerinde oluşmasına bile müsaade etmemek amacındadır. Bu da beraberinde ana dili Türkçe olmayan çocukların özgüvenlerini yitirmelerine, utangaç bir ruh haline girmelerine ve böylece başta eğitim olmak üzere birçok alanda dezavantajlı konuma gelip “ülkenin suskunları” olmalarına neden olmaktadır.

Not: Tiroj dergisinde de yayımlanan bu makale Dr. Şerife Çağın’ın “Refik Halit Karay’ın ‘Eskici’ Hikayesi Üzerine Bir İnceleme” adlı çalışmasından yararlanılarak yazılmıştır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
YAZIYA YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
12 Yorum
İbrahim Genç Arşivi