Prof. Dr. Özer: Türkiye sırat köprüsünde

Prof. Dr. Özer: Türkiye sırat köprüsünde

Profesör Dr. Ahmet Özer, "Kürtler, başta batı olmak üzere bütün dünyanın dikkatini celbetmiş durumda. Tabi Kürtler söz konusu olunca Türkiye’nin dikkatini de celbediyor ama ne hikmetse tersi bir zaviyeden." dedi.

CİVAN DEĞER / YÜKSEKOVA HABER - (ÖZEL)

Kürt’ler ile ilgili sosyolojik ve tarihsel araştırmalar yaparak kitaplar yazan Profesör Dr. Ahmet Özer Ortadoğu’daki gelişmeleri değerlendirerek, IŞİD ile ilgili önemli tespitlerde bulundu.

Gazetemizin sorularını cevaplayan sosyoloji Profesörü Özer, Türkiye’nin Kürt’ler ile ilgili politikasını eleştirerek, Kobanê’nin düşmesi durumunda Urfa, Antep ve Antakya’nın da düşebileceğini söyledi.

ORTADOĞU VE IŞİD

IŞİD çetelerinin Rojava’nın kalbi sayılan Kobanê’yi günlerdir muhasara altında tutup ağır silahlarla saldırarak, insanları; çoluk çocuk demeden katlettiğinin altını çizen Özer, “IŞİD, toplu mezarları göstere göstere insan cesetlerini dolduruyor. Pornografik biçimde insanların boğazını kesiyor, yüz bini bulan insan seli dramatik bir biçimde yerinden yurdundan ediliyor, Türkiye ise susuyor, seyrediyor” dedi.

11-065.jpg

“Daha dün Mısırdaki bebek için ağlayanlar, Gazze için kükreyenler kendi vatandaşlarının yakın akrabaları, soydaşları katledilirken neden susuyor?” diyen Prof. Dr. Özer, “İster istemez bu durum sorular sormamızı gerektiriyor; acaba Türkiye Rojava kırmızı çizgimizdir, burada özek bir Kürt yapılanmasına izin vermeyiz dediği ve aslında kendilerinin yapamadığını IŞİD yaptığı için mi susuyor? Ya da buradaki PYD üzerinden PKK’yi güçsüzleştirilerek masaya öyle mi oturmak istiyor? Veya Kerkük- Ceyhan petrol boru hattına alternatif bir boru hattının buradan geçirilebileceği ihtimalini mi ortadan kaldırmaya çalışıyor? IŞİD vursun Kürtler Türkiye’ye kaçsın, böylece bir taşla iki kuş vurayım; bir taraftan Rojava’nın demografyasını bozarak, insansızlaştırıp güçsüzleştirirken öbür yandan da dünya kamuoyuna mültecilere kucak açan bir görüntü mü sergilenmek isteniyor?Ya da bunların hepsi” ifadelerini kullandı.

Prof. Özer röportajında şöyle diyor:

Bu soruların cevapları kamuoyuna açıklanmalı, çünkü bu ülkenin yurttaşları olarak,  olup biteni bilmek istiyoruz. Bir demokrasiyi diğer rejimlerden ayıran en temel fark açıklık rejimi olması değil mi? Yeni Türkiye de demokrasi yolunda dört nala ilerlediğine göre! O zaman bunlar neden açıklanmıyor? Üstelik düne kadar rehineler nedeniyle elimiz kolumuz bağlı derken bu gün bu bahane de kalmadığına göre neden hala bir girişimde bulunulmuyor? Hani Türkiye büyük bir devletti, onsuz Ortadoğu’da yaprak kımıldamazdı? Bırakın Ortadoğu’yu, yaprak kımıldamayı, sınırın üç-beş km ötesinde vahşet dolu katliamlar yaşanıyor. Bu vahşetler yaşanırken seyirci kalmak bölgesel bir güç olan Türkiye ile ne kadar bağdaşıyor?

Türkiye Salih Müslim’e verdiği sözü tutmadı mı?

Evet, yazarken sorular soruları kovalıyor? Bu soruları uzatmak da mümkün. Ancak bugünü anlamak bakımından geçmişi kısaca biraz hatırlayalım. Suriye’nin kuzeyinde PKK’ye yakınlığıyla bilinen PYD ile, El Kaide bağlantılı El Nusra örgütü arasında şiddetli çatışmalar devam ederken Ankara’da hareketli günler yaşanmış; devletin üst kademesinde zirve üstüne zirve yapılmıştı. PYD konusundaki öngörüleri gerçekleşmeyen Ankara “Her türlü tehdide anında cevap verilecek, herhangi bir terör unsurunun sınır boylarımızda olmasına asla izin vermeyiz’’ demiş, sertlik politikası işe yaramayınca da diyalog kurularak sadakat politikası oluşturulmaya çalışılmıştı. Hatta bir ara çözüm süreci kapsamında diyalog kurduğu Kürt liderler üzerinden PYD’yi kontrol etmeye çalışmış, PYD lideri Salih Müslim Ankara’ya davet edilerek bu yöntem işletilmeye çalışılmıştı. Fakat IŞİD saldırıları ortaya çıkınca Türkiye bu politikaya sadık kalmadı. Üstelik bu görüşmenin ardından PYD’nin kurcusu Kürt Yüksek Konseyi üyesi İsa Huso’ya suikast düzenlendi. Bu suikasttan sonra PYD lideri Salim Müslim “Bizim Türkiye hakkında hala kuşkularımız var” şeklindeki demeçleri basına yansıdı. Ayrıca PYD’ye karşı savaşan İslamcı El Nusrayı desteklediği daha sonra IŞİD’e “her türlü” destek olduğu iddiaları ortalığı kapladı.

Ortadoğu ve Kürt’lerin durumu ne olacak? Ya da nasıl olmalı?

Kürt hareketi şunu iyice bilmeli ki artık her parça ayrı ayrı kendi başının çaresine bakmakla bir yere varamaz. Birinci öncelik birliktir. İkinci olarak Ortadoğu’daki her ülke Kürt’leri yeri ve zamanına göre bir başka ülkenin arka bahçesinde çıkaracakları bir yangın olarak görüyor ve kendince kullanıyor. Yıllarca Berzani- Taleabani Irak-İran arasında böyle bir anlayışla kullanıldı. Benzer bir durumu Kürdistan bölgesel yönetimi ile Türkiye ilişkilerinde yaşadık. Şimdi aynı şey Suriye bağlamında Türkiye tarafından kullanılarak devreye sokulmaya çalışılıyor.  Nitekim Erdoğan’ın son çıkışı bu anlamda son derece manidar bir durumu sergiliyor. Kürt’ler artık birlik olmalı ve ona göre davranmalı. Ne olursa olsun bu yüzyıl Kürt’lerin yüzyılı olacak.

IŞİD bugünkü duruma nasıl geldi?

Öncelikle ABD işgalinin yarattığı ortam, sonra Maliki’nin Sünni politikası bir zemin oluşturdu. Suriye’de Esad’ın ve Irak’ta Malikinin mezhepçi Şii ve Alevi politikası karşılarında Sünni Vahabi ve Selefici’leri ortaya çıkardı. Önceleri Arabistan katar gibi ülkeler de destek verdi Esad devrilsin diye. En başta da Türkiye tabi. Bu esnada Kaide’den ayrılanlar Nusra ve IŞİD olarak kendi aralarında ikiye ayrıldı. Nusra öncelikle Esadı devirmeyi hedeflerken IŞİD kurtarılmış bölgeler yaratıp burada şeriat ilan etmeye yöneldi. Bu zemini bulunca da Musul’a saldırdı, Musul’da bulunan ve Maliki rejiminden hoşnut olmayan Arap aşiretleri başta olmak üzere Saddam’ın artıkları da onlara destek oldu. Irak ordusu da orayı terk edince, hem epey kaynak hem de silah ele geçirerek güçlendi, motive oldu ve bunun üzerine sağa sola saldırmaya başladı. Önce Irak Kürdistan’ına saldırdı. Orada bir şey elde edemeyince bu kez Rojava’ya ve Kobanê’ye yöneldi. Şimdi Kobonê’yi düşürmeye çalışıyor, Türkiye de bunu seyrederek bir nevi IŞİD’e destek oluyor.

Daha önce insan, maddi ve lojistik destek sağlayan Türkiye koalisyonun baskısıyla şimdi sursak destek oluyor.

IŞİD çeteleri Kürt’ler arasında nasıl destek buldu?

70’li yıllardan itibaren yurt dışına çıkıp özellikle Suudi Arabistan, Mısır ve İran’a giden talebelerin her biri döndüğünde, gittikleri ülkelerin siyasal İslamcı fikirlerini de beraberinde getirerek o fikirlerin havariliğine soyundu. Mısır ve Suriye’den dönenler “İhvancı”, İran’dan gelenler “Humeynici”, Suudi Arabistan’dan dönenler ise “Neo-Selefi, Vehhabi” bir anlayışla ciddi örgütlenmeler içine girdiler. O zamana kadar Kürdistan medreselerinde esamisi bile okunmayan bu yeni akımların broşür ve risaleleri de girmiş oldu. Artık ders sırasında ve ders aralarında meleler (imamlar) ve feqîler (talebeler) ciddi siyasi tartışmalar içine girdiler. Bu iş bir adım daha ileri boyuta varıp bu kez her anlayış kendi medresesini kurdu. Hangi medresenin hangi akımı temsil ettiği biliniyordu. Medreseler ilmi faaliyetlerden çok, “örgüt merkezi” olarak kullanılmaya başlandı. Genç feqîler “Mem –û Zîn” yerine histerik ve melankolik bir halet-i ruhiyeyi de yansıtan “yoldaki işaretler, din budur, Afgan cihadında Rahmanın ayetleri, Mushaflar ve bombalar, İdamlık genç, vb. kitaplar okuyordu.

Asıl kök salma ve yayılma ise söz konusu fikri hareketlerin teorisyenleri konumunda olan zatların kitaplarının yoğun bir şekilde tercüme edilip ekmek peynir gibi belli başlı kitapevlerinde satılıp teşhir edilmesiyle oldu. Dini anlamda ciddi bir açlık ve boşluk yaşayan yığınla gençler, bu kitapevlerinin etrafında öbeklenerek ciddi bir örgütlenmenin de içine girdiler.

Hasan el-Benna, Seyyid Kutup, Mustafa Meşhur, Fethi Yeken, Said Havva, Abdullah Azam, Abdulkadir Udeh, Humeyni, Mevdudî, v.s gibi zatların kitapları en ücra köylere bile ulaşıyordu. İmam-hatip liselerinin kültür düzeyi Emine Şenlikoğlu, Hasan Nail Canat, A. Günbay Yıldız, Ahmet Pakalın romanlarının birikimi(!) kadardı. Afganistan, Çeçenistan, Filistin, Bosna, vb. ülkelerde devam eden antiemperyalist cihad hareketlerinin gençler üzerinde sağladığı aşırı motivasyon da göz önünde bulundurulduğunda, bu tür radikal akımlar için lazım olan mümbit zemin de sağlanmış oldu.

Kafasına Arapça bandaj sarıp yüzünü Arap puşisi ile örten ve elinde silah taşıyan kışkırtıcı figür, gençlerin macera tutkusunu iyice gıdıklıyordu. Bu tür akımlarının Kürt coğrafyasına girmesine sebep olan faktörlerden biri de, Kürt illerinden batıya okumak veya çalışmak için gidenlerin Türk-İslamcılarla tanışıp dönüşte bu fikirleri kendi memleketlerinde de yaymasıyla siyasal İslamcı partiler Kürt coğrafyasında etkili oldu. Seksen ve doksanlı yıllara gelindiğinde ise artık tercüme kitaplar hemen her evin başköşesini doldurmakla kalmamış, binlerce gencin beynini de allak bullak etmişti. Kendisi gibi düşünmeyen babasına ve annesine bile “kâfir” “münafık” “mürted” “fasık” diyen yığınla genç ortalıkta terör estiriyordu. Kur’an'dan belli birkaç ayeti ezberleyip slogan olarak kullanan bu serseri mayınların risk potansiyeli iyi hesaplanamadığı için IŞİD gibi yapıları sürekli doğurup besleme potansiyeli de canlılığını hep korumuştur.

Devletin birtakım kirli amaçlar için talere edip zaman zaman lojistik destek sağlamayı da ihmal etmediği bu tür yapılar, IŞİD ve benzerlerine “Eleman İhtiyacı”nı giderip gerektiğinde kendi dindaşı ve ırkdaşına karşı savaşmaktan bile geri durmadığını görmekteyiz.

Adıyaman, Bingöl, Diyarbakır, Batman, Mardin gibi Kürt nüfusunun yoğun yaşadığı şehirlerden IŞİD’e katılımın bu kadar yoğun olması, o dönemlerde kirli ellerle bu topraklara çalınan zehirli mayanın maalesef tuttuğunun da ispatı. Siyasal İslam tarzı radikal oluşumlar her ne kadar geleneksel Kürt unsuru ile ciddi bir doku uyuşmazlığı yaşasa da, onlarca yıllık çabanın sonucunda azımsanmayacak bir seviyeye ulaşmıştır. Bu problemli yapılarla mücadele etmenin en iyi yolu, bin yıldan beridir Kürtlerin kılcal damarlarına kadar işlenmiş ve Kürt kültürüyle harmanlanmış İslam’ı doğru bir sunumla yeniden canlandırmaktan geçer.

IŞİD’in büyümesinde kimlerin katkısı oldu?

Birincisi iktidar partisi baştan beri önce Esat yönetimini devirsinler diye IŞİD’i insan kaynağı, lojistik, sınır geçişleri, silah, yaralıların tedavisi bakımından zımnen de olsa destekledi. Sonra İŞID çeteleri yönünü kürlere dönünce bu kez Türkiye yapmak isteyip de yapamadığını IŞİD yoluyla gerçekleştirmeye çalıştı. Bilindiği üzere iktidar partisi baştan beri Rojava’nın özerk biçimde kendini yönetmesini kırmızıçizgi ilan etmişti. Dolayısıyla PYD üzerinden PKK’yı zayıflatma politikasını hep güttü. Filistin için mazlum edebiyatı yaparken yanı başında Kürt kardeşlerinin uğradığı zulmü görmezden geldi. Önce Şengal katliamına sessiz kaldı ardından da Kobanê’ye. Nihayet Kobanê’den perişan halde gelenlere kapıları bin bir güçlük çıkararak açmak zorunda kaldı. Hatta bu politikayla alttan alta insansızlaştırma politikasına destek oldu. “IŞİD vursun Kobanê boşalsın, özerk yönetim bitsin” di temel strateji. Şimdi de geldiği noktada ABD’nin sıkıştırmasıyla koalisyona madem destek vereceğiz o halde hepsini beraber temizleyelim” politikası güdüyor. Yani ben sizinle IŞİD’de karşı mücadele ederim ama siz de benimle birlikte PKK ve PYD’ye karşı savaşın demeye getiriyor. Bu yaklaşımın neresinde inan, insan hatta vicdan var? Bu nasıl bir devlet akıldır, bu nasıl çözüm sürecidir ki hükümet yürütüyor?

Rojava’nın statüsü Türkiye’yi rahatsız ediyor mu, ediyorsa niçin?

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Dünya Ekonomik Forumunda tam da çözüm sürecinin en kritik noktasında söylediği sözler manidar olmanın ötesinde çözüm sürecinin devlet eliyle sonlandırıldığını belirten yeni bir döneme mi işaret ediyor? Öyle ya tam da IŞİD çetelerinin hunharca saldırıları karşısında Kürt’lerin Ankara’dan yardım beklediği bir dönemde bu sözler ne anlama geliyor?  Ne diyor Erdoğan: “Ey dünya, IŞİD gibi bir terör örgütü çıkınca ayaklanıyorsun da PKK gibi bir ‘terör örgütü’ ortadayken niye ayaklanmıyorsun? Ona niye sesin çıkmıyor? Ona karşı niye ortak mücadele verelim demiyorsun?”

Rojava Türkiye için bir tehdit mi, tehditse IŞİD’ten daha mı tehlikeli? Türkiye neden Rojava’nın özgürlüğünü istemiyor?

Hem bir yandan İmralı’da Öcalan’la görüşeceksin, hem Erbil’de büro açıp kandille doğrudan müzakere yapacağım diyeceksin hem de dünyayı gelin PKK ‘terörüne’ karşı beraber savaşalım diyeceksin. Peki demezler mi adama bu ne perhiz bu ne turşu diye. Devlet politikası şark kurnazlığıyla yürür mü?  Zaten 30 yıldır savaşıyordun PKK ile, 50 bin insanımız öldü bu yolda, bu yolun yol olmadığını hem Öcalan deklere etmiş hem de hükümet hatta devlet olarak siz kabul etmiştiniz ve üstelik halka ne olursa olsun biz bu yoldan dönmeyiz deyip oy almıştınız, şimdi ne oldu da birden bire tekrar kardeş kavgasını harlıyorsunuz? Ne oldu biliyor musunuz? Hani iki arkadaş idama gidiyor ya Baran ile Recep, soruyorlar Kürt Barana son isteğin nedir; o da “ben annemi görmek istiyorum” der; bu kez sıra Recep’tedir, ona dönüp soruyorlar senin son isteğin nedir diye sorduklarında “o da Kürt anasını görmesin” der. İşte sorunun özü esası budur.

Peki, Recep seninin gerçek dostun Baran değil mi? Bunca yıl birlikte yaşamadınız mı? Malazgirt’te, Çanakkale’de, Milli Mücadelede, Kıbrıs’ta beraber savaşıp beraber can vermediniz mi? Eğer öyleyse biraz vicdan gerekemez mi Baran da anasını görse sana ne zararı olacak söyler misin? 

Yıllarca Barzani için kırmızıçizgim dedin, sonra en büyük müttefiğin ve Almanya’dan sonra en çok ticaret yaptığın bölge o olmadı mı? Günü birlik Erbil-Ankara arasını suyolu yapmıştınız, Erbil, IŞİD çetelerince muhasaraya alınınca dostun Barzani’nin yardım çığlığına gene kulağını kapatan neden sen oldun? Üstelik Erbil’de, Dühok’ta, Kobanê’de yaşayan insanlar bu ülkenin Urfa’sında, Antep’inde, Antakya’sında yaşayanların öz be öz kardeşleri, akrabaları değil mi? O halde bu nasıl stratejidir ve bu savaş çağrısı bizi nereye götürür, yeni bir iç savaştan başka?

PKK Şengal’de Êzidî’leri, daha sonra Türkmen’leri IŞİD’ten kurtardı. Bu nedenle taktir topladı. Sizce PKK terör örgütleri listesinden çıkarılmalı mı?

Zaten Erdoğan’ın son zamanlarda IŞİD ile PKK’yi aynı kefeye koymasının nedenlerinin başında bu geliyor. PYD ve PKK Ortadoğu’da IŞİD çetelerine karşı duran tek güç olunca dünya nezdinde hem prestij kazandılar hem de meşruiyet. Bu da Türkiye’yi son derece rahatsız etti. Şimdi Türkiye onlara yardım edeceğine kendine göre bir itibarsızlaştırma politikası güdüyor. Orada savaşan PYD de, hattı zatında zaten PKK değil mi? Türkiye bir kez daha burada şark kurnazlığı politikası güdüyor. Gerçeklere gündüz gözünü kapatan dünyayı kendine ancak gece yapar.

Türkiye yol ayrımında mı?

Evet, Türkiye tam bir sırat köprüsünde… Şark kurnazlığı ile bu süreci yönetemez, netleşmek zorunda. Yoksa oyunu kaybedecek. Çünkü sürecin ve sistemin önemli müttefiklerinden Mısır güvensiz hale geldi, Türkiye’nin tavrı ise çok çelişkili. Dolayısıyla başka güvenilir müttefiklere ihtiyaç var. Batı bu açığı Ortadoğu’da yükselen fundamental İslami hareketlere karşı daha seküler olan Kürt’lerle kapatmak isteyecektir. Bu da Kürt’lerin Rojava’da yükselişini destekleyen bir konjoktür sağlıyor. Türkiye’nin burayı boğmaya çalışması batıyla ilişkilerini boğması demektir. Oysa Kürtlerle işbirliği kurarak bu süreçten kazançlı çıkabilir. Bundan başka barışı, gönenci ve geleceği garantileyen bir yol yok önünde. Bu bağlamda Türkiye’nin Suriye politikasını gözden geçirmenin zamanı çoktan geldi geçiyor bile.

Nitekim şu anda Türkiye’nin sorunlu olduğu Suriye rejiminin devam etmesi ya da etmemesi de bu parametrelere bağlı görünüyor. Suriye’de bir yanda antiküresel cephede yer alan fundamental suni örgütler, öte tarafta onlara göre daha seküler görünen baskıcı Baas rejimi var, batı bu noktada sıkışmış durumda. Yukarı tükürse bıyık aşağısı sakal misali.. Esad’ın gitmesini olabildiğince geciktirmeye çalışması da bu yüzden.

TÜRKİYE YOL AYRIMINDA

İşte Ortadoğu’daki bu denklemde şimdi ortaya çıkmakta olan yeni aktör olan Kürtler, başta batı olmak üzere bütün dünyanın dikkatini celbetmiş durumda. Tabi Kürtler söz konusu olunca Türkiye’nin dikkatini de celbediyor ama ne hikmetse tersi bir zaviyeden. Oysa Türkiye Suriye Kürt’lerine böyle düşman bir tarzda yaklaşacağına bir ağabey rolü ile yaklaşabilir ve bu onun daha fazla faydasına olur. Nitekim Iraktaki Kürtlere de yıllarca bu yanlış politika uygulandı, kırmızıçizgi denildi, müdahale denildi; şimdi Almanya’dan sonra en büyük iş ortağı durumunda. Ama bu arada kaybedilen edildi. Aynı hatayı ikinci kez yapmanın manası yok.

O yüzden Türkiye burada bir yol ayrımında; ya bu süreci doğru okuyarak doğru bir geleceğin şekillenmesinde Ortadoğu’da belirleyici bir güç olacak, ya da yanlış okuyarak ve yanlış yaparak kaybedenler sınıfına dahil olacaktır. Tuhaf olan şu ki Ankara bu kadar sorunlu komşusundan rahatsızlık duymuyor fakat sınırdaşı ve soydaşı olan bir halkın kendini yönetmesini kendi egemenlik hakkına yönelmiş bir tehdit olarak görüyor. Hatta çözüm ve barış sürecini yürüttüğü bir dönemde IŞİD çetelerinin katliamları yokmuş gibi davranıyor, göz yumuyor. Böyle kendi kendini yalnızlaştıran, kendi vatandaşlarının soydaşlarını yalnız bırakan bu politikadan behemehal vazgeçmeli, en kısa sürede bir an bile vakit kaybetmeden IŞİD çeteleri karşısında Kobanê’ye yardım ederek gereğini yapmalıdır. Çünkü Kobanê düşerse  sırada Türkiye olacaktır.. Kobanê düşerse Urfa, Antep, Antakya da düşer...’

IŞİD’E TAVIR ALINMALI, KÜRTLER’E YARDIM EDİLMELİ

Türkiye bu iddiaları yalanlayacak bir girişimde bulunmadığı gibi IŞİD’de terör örgütü demekten özenle kaçındı, NATO işbirliğini savsakladı, Cidde bildirisini imzalamadı. Peki neden? Acaba şimdi ABD mi rehineleri alıp önüne koydu, “artık bahanen kalmadı, tavrını belirle mi” demek istiyor? Bu süreci doğru anlamak için resmin tamamına bakmak gerekir. Bilindiği üzere dünyanın kalbi bugün için Ortadoğu’da atıyor ve dolayısıyla dünyayı dizayn etmek isteyen büyük güçler buraya müdahale ederek bölgeyi şekillendirmek istiyor. Türkiye bu çerçevede bölgesel güç olarak rol almak isterken ABD kürsel bir aktör olarak bölgeyi yeniden şekillendirmek istiyor. Soğuk Savaş döneminde Türkiye’yi bir cephe ülkesi olarak yedeğine alan ve asker üzerinden ülkeyi tahkim eden ABD, 1 Mart 2003 tezkeresinden sonra, askeri devreden çıkardı, sivil iktidar üzerinden bu işi yapmaya başladı. Bu noktada ABD Ortadoğu’daki hedeflerini gerçekleştirirken AKP de içerdeki iktidarını güçlendirdi. Karşılıklı kazan kazan politikasıyla bugüne kadar gelindi, ama bugün artık AKP’nin bazı yönelimleri ABD’nin beklentileriyle çelişmeye başlayınca işler değişmeye başladı.

Nitekim Suriye ve Mısır konusunda ABD Türkiye’nin tersi bir istikamette durdu.  Mısır politikasında Türkiye iyice yalnız kalırken, Suriye’de ise bir türlü işler AKP iktidarının istediği gibi gitmiyor. Irakla da arası iyi değil, İran’ın durumu ortada. AKP iktidarı güçlendikçe aşırı bir özgüvenle AB’den de uzaklaştı, son dönemlerdeki baskıcı tutumu ve yaşam tarzına müdahale sayılacak uygulamalar, “acaba aslına mı rucu ediyor” dedirtmeye başladı.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
1 Yorum