"Orası Hikayeleri"nin öyküsü

"Orası Hikayeleri"nin öyküsü

Van’da doğup, Hakkari’de büyüyen, 15 yıl LEMAN'da çizen ve Bitlisli dört kardeşin hikayesini anlattığı Hayatın Tuzu isimli filmin senaryo yazarı…

Murat Adıyaman'ın Ender Özkahraman ile yapmış olduğu söyleşiyi ve Hayatın Tuzu filminin fragmanını siz okurlarımızla paylaşıyoruz.
 

Öncelikli olarak bize Ender Özkahraman'ı tanıtır mısınız?

“Van'da doğdum. İlk ve ortaöğrenimimi Hakkâri'de tamamladım. Genelde insanın 5 ila 18 yaşları arasındaki evre onun görsel ve yazınsal olarak yapılandığı dönemdir. Benim de en önemli ve güzel dönemim Hakkâri'de geçti.

 

Şimdi geçmişe dönüp baktığımda Hakkâri'de yaşadığım yılları yoksunluktan ziyade zenginlikle anarım. Çok sevdiğim bir yazarın dediği gibi, çocukluktayken dünya bize türlü harikaların cirit attığı bir beldeymiş gibi gelir, hayat da esrarlı olduğu kadar zevkli bir rüya gibidir. Türkiye'nin o dönemdeki ruh halini bir yana bırakacak olursam bu hissiyata katkıda bulunan bütün hatıraların merkezinde Hakkâri var. Dağları, tepeleri, engebeli arazisi, mahalleleri, yolları, dükkânları ve elbette insanıyla bana göre soyutlama yapmak için sonsuz olanaklar sunan bir yerdir orası.

   

 

Hakkâri Lisesi'ni bitirdikten sonra güzel sanatlar okumak için İstanbul'a gittim. Mimar Sinan Üniversitesi'nin Grafik bölümünü bitirdim. Aynı bölümde yüksek lisans yaptım. Okurken çeşitli dergi ve gazetelerde çizgilerim yayımlanıyordu zaten, varlık gösterince çizerliği iş edinme kararı aldım.

 

Şimdi 40 yaşındayım bunun 20 yılı yazarlık ve çizerlikle geçti; 15 yılı Leman dergisinde olmak üzere… Yayımlanan dört kitabım var. Asuman'la evliyim ve Haluk'un babasıyım.”

 

Dağların arasında kurulmuş ve haritanın uzak uç noktası olan Hakkâri'de Karikatür ve sinemayla nasıl tanıştınız?

 

“12 Eylül Darbesi'nin arifesinde ben Hakkâri'deki akranlarımla çocukluğun keyfini sürüyordum. Gerçi çocuk sezgisiyle anlıyorduk babalarımızın, ağabeylerimizin telaşını, bir takım sıkıntılarının olduğunu…

O yıllarda babam Hakkâri'de fotoğrafçılık ve muhabirlik yapıyordu. Çektiği fotoğraflarla sergiler açıp, yarışmalara katılıyordu. Hakkâri'ye gelen Gırgır, Milliyet Sanat, Gösteri, Sanat Olayı gibi dergilerin çoğuna babam sayesinde aşina olmuştum. 1981 yılında Milliyet Çocuk'la tanıştım. Çizerliğe meyletmemde bu derginin rolü büyük olmuştur. O yıllarda gazete bayiliği yapan Kemal Dağgöl'ün kulübesinde bana hitap eden neşriyatların sayfalarını karıştırıp onun sabrını zorladığım anlar halen hatırımdadır. Hasılı ben de diğer birçok çizer gibi Gırgır ve benzeri dergilere merak duyarak başladım çizerliğe.

 

Sinemalarda ise seks ve arabesk filmleri gösteriliyordu o zamanlar. Eli yüzü düzgün film pek gelmezdi Hakkâri'ye… Sinemayla tanışmam Hakkâri'den ayrılıp İstanbul'a gittikten sonra oldu diyeceğim ama asıl cevap sanki soru cümlesinin içinde gizliymiş gibime geliyor: Bir şehrin dağların arasında kurulu ve unutulmuş olması, haritanın en uzak ve uç noktasında durması filan… İnsan ister istemez bu ve benzeri ibarelerin işaret ettiği duygu yüzünden sanatsal faaliyetlere kapıldığını düşünmeden edemiyor.”     

 

Bir Kürt olarak karikatür ve sinemayla yaşamı seçerken ne tür zorluklar yaşadınız veya bu seçimin size avantaj ve dezavantajları neler oldu?

“Sanatsal faaliyetlerde aidiyetimden kaynaklanan herhangi bir zorluk ya da kolaylık yaşadığımı söyleyemem. Sanatçının tabiiyetinden dolayı sıkıntı yaşadığını söylemesi onun zafiyetini imlediğinden ötürü acınası bir durumdur bence. Sürekli aidiyetle ilgili kavramların, işaret ya da simgelerin dışa vurulduğu bir coğrafyada iyi soyutlama yapılabileceğine inanmıyorum. İnsanın aidiyetini dezavantaj olarak bellediğini söylemesi de en az onu avantaja dönüştürme iddiası kadar kulağa hoş gelmiyor. Bence kalem erbapları sıkıntı ve zorluklarının sebeplerini daha içsel nedenlere dayandırmalıdır.”         

Ülkemizde veya yaşadığımız bölge olarak baktığımızda yaptığınız sanat değerini alabiliyor mu? Ulaşmak istediğiniz kitleye ulaşabiliyor musunuz?

“Hedef kitlem yok benim. Önüme bu tür hedefler koyduğum zaman rahatsız oluyorum. Kendimi şartlanmış hissediyorum. Bence ortaya bir eser koyduktan sonra onu kaderine terk etmek lazım. Bu konuda biraz kaderciyim.

 

Ulaşmak istediğim kitleye gelince… Onlar hakkında da şüphelerim var. Son zamanlarda kendimi yakın, arkadaş veya akraba gibi hissettiğim (ya da öyle sandığım) insanlarla tatlı tatlı konuşurken bazen öyle tuhaf ve dehşetli yargılarla karşılaşıyorum ki, onlarla ihtilafa düşmediğim takdirde bu konuşma beni Kurtlar Vadisi'ndekine benzer bir paradigmayı savunmaya değin sürükleyebiliyor. Bazen seni anlayacağından ve izleyeceğinden emin olduğun insanlar senden sıkılıp birdenbire esniyorlar ve başlarını çevirip başka yere bakıyorlar. Onları başlarından tutup tekrar sana bakmalarını sağlaman lazım, aksi takdirde sen de başını çevirip onların baktığı yere bakarsın.” 

 

“Orası Öyküleri'ni” yazıp çizmeye nasıl başladınız? Sizi buna yönlendiren neydi bunun bir hikâyesi var mı?

 

“

80'li yılların sonunda Hakkâri'den İstanbul'a ilk gittiğim zaman darbe sonrası yeni yeni kendine gelmeye çalışan genç bir kitle vardı. Limon dergisi Türkiye'de özellikle üniversite gençliği arasında önemli bir muhalefet organıydı. Gırgır kadar çok tirajı yoktu belki ama ondan daha sert ve öfkeli bir dile sahip olduğu için muteberdi. O zamanlar daha genç ve gözü kara olan bir yaratıcı ekip Limon dergisini yayımlıyordu.

 

Kürtlere ve çektikleri sıkıntılara dair tespitlerin mizahi yansımaları en vurucu şekliyle yine 90'lı yılların başında bu dergide belirdi. Ben o sıralar üniversitede güzel sanatlar eğitimi alan çaylak bir çizerdim. Karikatürlerimi yayımlasınlar diye Gırgır ile Limon arasında mekik dokuyordum. Bu iki derginin Kürtlere bakışı farklıydı. Limon dergisindeki tavır samimi, içten ve empati doluyken Gırgır'ın yaklaşımı daha soğuk ve mesafeliydi. Sonunda Limon'daki ustalar beni daha fazla katkı sağlamak üzere aralarına aldılar. Hevesle Limon'un Orası adlı sayfasına konusu Hakkâri'de geçen küçük küçük hikâyeler yazıp çizmeye başladım. Daha sonra mizah dergilerinde ayrışmalar baş gösterince hevesim kursağımda kaldı. Neyse ki sonradan Orası Öyküleri adını verdiğim köşe Leman dergisinde yer buldu ve 15 yıl devam etti.”

 

 

Sizi Büyüten kentten hikâyeler aktardınız hep, Orası öykülerini artık yazmamanızın özel bir sebebi var mı yoksa buna sizi iten kentten uzakta yaşıyor olmanız mı?

 

“Özel bir sebebi yok. Sadece ele alınan konular, temalar bir zaman sonra size yapışıp kalıyor. Bu durum sizi ister istemez tekrara sürüklüyor; benzer ve aynı şeyleri yeniden anlattığınızı fark ettiğiniz anda da tarz değiştirme isteğine kapılıyorsunuz. Bu istekle hareket ettiğinizde değişimin öyle kolay bir şey olmadığını anlıyorsunuz. Aziz Nesin tarz değiştirmek konusunu, insanın kendisini saçlarından tutup havaya kaldırmasına benzetir; bu kadar zordur yani… Hakkâri'de geçen yılların, çocukluk hatıralarının, Hakkârililerle ilgili hikâyelerin muhayyilemi işgal altına aldığını fark ettiğim an, belki de o zaman itiraf edemediğim bir telaş hissiyle davrandım ve bir an evvel kurtarmaya çalıştım kendimi bu durumdan. Haliyle de ardından bir bocalama devresi yaşadım. Bir müddet sonra beklentilerin tersine, geçmişi dramatize eden, hüzünlü hikâyeler yerine kurmaca yanları daha ağır basan anlatılar yazıp çizmeye başladım. Bu değişimin benimsenip kabul görmesi kolay olmadı elbette. Bu yolda arayışların halen devam ediyor. Artık Hakkâri'de ikamet etmediğime göre orayla arama bir mesafe koymak istemem doğal karşılanmalı bence.

 

Beni bu mesafeyi koymaya iten nedenlerin yanında uzaklığın yarattığı yabancılaşma duygusunu, insanın aidiyeti ve gelenekleriyle hesaplaşma isteğini, İstanbul'a göç eden Hakkârilileri, metropollerde tutunmaya çalışan Kürtleri koymaya çalışacağım artık hikâyelerin orta yerine.”

 

Bu yıl sinemacı kimliğiniz konuşuldu ve Hayatın Tuzu filmiyle duyuldu. Bu filmden bize biraz bahseder misiniz?

 

“

Hayatın Tuzu'nun senaryo yazarıyım. Filmin hikâyesini 8 yıl evvel yazmaya başlamıştım. Konu Bitlis'te geçiyor. Coğrafi konumu, sakinliği, tevazu dolu ifadesiyle Hakkâri'ye benzeyen bir yer orası da. Neden Hakkâri değil Bitlis diye soracak olursanız filmin ana izleklerinden birisi BİTLİS sigaralarıyla ilgili. Orada tütün fabrikasında çalışan işçilerle ilgili bir meselesi var. Keza yine hikâyenin başat kahramanlarından birisi oradaki tarihi camilerden birinde imamlık yapıyor.  Hikâye biri tütün fabrikasında işçi, biri imam, biri de yıllanmış bir dershane öğrencisi olan üç yetişkin kardeşi tasvir ederek başlıyor. Bunlar artık birer yetişkin olmalarına rağmen annelerinden kopamamıştır. Derken İstanbul'da korsan CD satıcılığı yapan dördüncü kardeş aniden Bitlis'e dönüyor. Onun hiç hesapta olmayan gelişiyle hikâye ilerliyor ve sorunlar iyice can yakıcı bir hal alıyor.  

Film ekibindeki birçok kişi, yönetmen Murat Düzgünoğlu gibi benim üniversiteden arkadaşım. Bu film de benzerleri gibi Kültür Bakanlığı'ndan alınan destekle çekildi. Hikâyedeki ana karakterlerin başından farklı olaylar geçiyor. Bunlar ne kadar farklılık sergilese dahi çoğunun ucu bir şekilde gurura dokunuyor. Fazla öne çıkarmadan, gururun doğuda tezahür eden biçimlerini; aniden bir refleks gibi ortaya çıkıp mesele haline gelmesinin nedenlerini küçük kalem darbeleriyle anlatmaya çalıştım.”   

 

 

Sinemacı olarak ileride veya yakın zamanda Hakkâri ile ilgili ya da burada çekmeyi düşündüğünüz bir çalışmanız var mı?

 

“Hakkâri'yle ilgili bir film senaryosu yazmayı, özellikle de filme çekmeyi çok istiyorum. Geçmişten bir hikâye anlatmak istemiyorum ama… Bir dönem filmi olmasından ziyade bence Hakkâri'nin bugününü anlatmalı. Hatta bu bir belgesel çalışma bile olabilir. Kafamda yazmayı düşündüğüm birkaç konu var. Biri üzerinde karar verdiğim an kâğıda dökeceğim ve hazırlıklara başlayacağım.”

 

Sinemayla ilgili bu yıl veya ilerde başka projeleriniz var mı?

 

“Sinema diğer sanat dallarına nazaran daha göz alıcı, popüler ve büyülü bir alandır. Bu alan çok kalabalık ve gürültülü olduğu için burada yol kat etmek de bir o kadar zor. Emekleriniz kolektif bir çabayla vücut bulduğu için daima başkalarının yardımına muhtaçsınız. Bu alanda benim gibi çizerlikten yetişme, münzevi yaşamaya alışmış, bencil ve sabırsız bir tabiata sahip olanların işi daha da zor. Ama düşe kalka da olsa bir şeyler yazmaya ve çizmeye devam edeceğim. Bu yıl geliştirmeye başladığım bir filmin senaryosu ile bir belgesel filmin metni üzerinde çalışıyorum.”

 

Bu kentin hikâyelerini hem yazıp hem de çizimlerinizle canlandırdınız. Sizce bu kentte neler yapılabilir?

 

“Birçok ihtiyaç karşılandığı halde halen Hakkâri'de eksikler olduğu bilinen bir gerçek. Ancak burada kültür merkeziydi, sinemaydı, tiyatro salonuydu gibi oldukça beylik bir listeyi okumak yerine daha elzem gördüğüm soyut bir meseleden, ruhsal bir durumdan dem vurmayı isterim. O da Hakkârililere mahsus bir karakter özelliğinin korunması adına atılacak önemli bir adım olur umarım. Hakkâri'nin mütevazı, munis ve konuksever bir halkı olduğu gerçeği yıllardan beri bilinen, lakin fazla dillendirilmeyen bir bilgiydi. Son yıllarda bu tevazünün yok olmaya yüz tuttuğunu gösteren işaretler görüyorum. Bu mağruriyet halinin hastalıklı bir hal almadan önüne geçmek gerek. Bence gençler her şeyin farkında. Ne yapılması gerektiğini onlar bizden iyi biliyor. Oldukça dinamik ve duyargaları her şeye açık bir genç kitle var Hakkâri'de. Onları internetten ve basından takip ediyorum.

 

Bozulmaya yüz tutan başka bir husus ise şehrin doğal görünümü. Çarpık yapılaşmadan bahsediyorum. Evet, birçok şehrin bu durumdan muzdarip olduğu bilinir ama Hakkâri'nin engebeli yapısının yapılaşmaya müsait olmadığı da aşikâr. Elden geldiği kadar dahi olsa şehrin korunması ve çarpık kentleşmenin önüne geçilmesi için çareler üretmek gerekir. Aksi takdirde gelişigüzel yapılaşma Hakkâri'nin çehresini bozuma uğratmaya devam edecek ve biz de Hakkâri'nin geçmişte kalan güzelliklerinden bahsederken daha isterik haller takınacağız o zaman.”

 

Sizin Hakkâri'de yaşadığınız dönem ile bu güne baktığımızda sizce bir değişim var mı?

 

“Bizim zamanımızda gazete bir gün gecikmeli olarak gelirdi Hakkâri'ye. İki dönemi karşılaştırdığımız zaman bunun önemli bir gösterge olduğunu düşünüyorum. O zamanlar birçok şeyden mahrumduk gerçekten. Benzeri yoksunluklar sebebiyle ırak bir yerde olduğumuz, dağların tepelerin arasında sıkışıp kaldığımız hissi iyice pekişirdi bilinçaltımızda. Şimdi ise teknolojik olanaklar sayesinde Hakkâri her yerle eşzamanlı olarak takip edebiliyor dünya ahvalini.

 

Yine de değişmeyen bazı şeyler olduğunu görüyor ve üzülüyorum. Hakkâri'nin eğitim ve öğretim konusuna yeterli ilgi ve özeni göstermediği ortada. Mesela bizim zamanımızda da Hakkâri ÖSS sınavlarında sonuncu olurdu, bugün de aynı. Sanırım herkes gazetelerde Hakkâri adının en başarısız il ibaresinden sonra gelmesinin vebalini öğretmenlere ya da milli eğitim müfredatına yüklemekten sıkılmıştır artık. Başka etmenlerin olduğu konusunda uzlaşılarsa eğer o zaman bu nedenler bir bir ortaya dökülür ve çözüm aranır. En azından eğitim konusunda iğneyi başkalarına batırmaktan vazgeçmeliyiz bence. Şimdi hep birlikte çuvaldızı ele almanın zamanıdır diye düşünüyorum.”  

- Teşekkürler

Etiketler : , , ,
HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.