Kömür Tozu Bulaşmıştı Kirpiklerine

Kömür Tozu Bulaşmıştı Kirpiklerine

Yürüdüler, omuz omuza. Hak, hukuk; barış, kardeşlik, adaletten söz ettiler. Devlet, duvara bürünüp önlerine seriliverdi bir anda.

ERTAN CANAN *

Soma'nın altını deşip gün yüzüne çıktılar haftalar sonra. "İş, emek, özgürlük" deyip düştüler yola, kol kola, yanak yanağa. Kimi boya, kimi demir, kimi kâğıt, kimi toprak, kimi de sadece kömür kokuyordu. "Misafir" geldiler İstanbul'a. Toprağın yüzlerce metre derinliğinde duyuramadıkları seslerini Taksim'de duyurmak istediler. Halaylar çekip, iç geçirmek, belki de dertleşmek... Meramlarını anlatmak…  Buruk bir-iki kahkaha eşliğinde iki lafın belini kırmak… Uzak yoldan gelmişlerdi, belliydi. Yorgundular. Ellerindeki simidi kömür tanesi parmaklarıyla kopartıp paylaştılar. Ama asiydi yüzlerindeki tebessümleri. Ve isyan doluydular. Tırnaklarının altı ise kömür karası…                                                   

Yürüdüler, omuz omuza. Hak, hukuk; barış, kardeşlik, adaletten söz ettiler.  Devlet, duvara bürünüp önlerine seriliverdi bir anda. Duraksadılar. Terliydi alınları. Sustular. Duygudan arındırılmış, ruhsuzlaşmış, beton kadar kavruk "devlet adamlarından" biri, duvardan sıyrılıp önlerine atlayıverdi. "Durun!" dedi. "Taksim Meydanı'na giremezsiniz, yassak gardaşım, yassak!" dedi. "Devletin istihbarat birimlerinin elde ettiği bilgiler var. Can güvenliğiniz yok!" diye buyurdu devletin diğer kocaman "adamı." Göğsünü kabartıp, Soma'lıların üzerine yürüdü. Ağızlarındaki simitler ayaklar altında ezildi. Plastik mermiler sıkıldı ve  zehirli gaz bulutunun fluluğunda, işçi bedenlere saplandı birer birer. Yaralandılar. Hakarete uğrayıp, aşağılandılar. Yerlerde sürüklendiler. Üzerlerine tükürükler yağdırdılar.           

Gün ağarmıştı artık. "Kahramanlığını" ifşa eden devlet, güvenliği sağlamış, bayrağını da dikmişti nihayet, Taksim'in orta yerine. Onlar ise Soma'ya geri döndüler, yaralı, üzgün, kızgın; küskün bir şekilde. Birer birer indiler otobüslerden. Beli bükük yürüyüp dağıldılar Soma'nın her bir yanına.  

Şafak henüz söküyordu. Kömür kokusu sinmişti Soma'nın yoksul yüzüne. Kömür karası güneş yine de ısıtıyordu ortalığı. Uykusundan henüz uyanmış çocukları kapıda karşıladı onları. Sarıldılar, koklaştılar. Fazla zamanları yoktu zira.  Nazlı yarinin elinden bir bardak su içip, yerin altına inmeye başladılar. Kazıdılar, kazıdılar… Akşam olunca, yerin altında çıkıp, temiz bir nefes aldılar. Evlerinin yolunu tuttular. Yürüdüler. Kapıda bekleyen çocuklarının avuçlarına sadece ekmek uzatabildiler. Alınları terliydi yine. Yorgundular. Kir pas içindeydiler. Kirpiklerine konan kömür tozlarını temizlediler. Gözlerinin içinde nasırlaşmış suskunluklarını gizlediler yine.  Bir lokma ekmek, bir bardak su… Uykuya daldılar, hiçbir hayale dalamadan. Soma sessizdi. Soma çok yorgundu. Gece boyunca kayan yıldızlara kayıtsızdı lâkin.

Sabah oldu yine, yıldızlar hâlâ gökyüzünde diriyken. Gözlerinden uyku akıyordu. Uyandılar. İçlerinden biri, uyumakta olan oğlunun alnına bir öpücük kondurdu. Kömürlü elleriyle alnına dokundu ama usulca. Çocuğunun boynuna batmasın diye bıyıklarını elleriyle kapatıp koklamaya başladı. Bir damla gözyaşı kalmıştı gözkapağının hemen altında. Onu da salıverdi oğlanın boynuna. İçinden bir ses "gitme" diyordu, "kal, gitme!" Duraksadı biran. Oğlunun avuçlarına uzattığı kuru ekmeği düşündü. Salladı başını, sağa-sola doğru. "Gitmem gerek" dedi, "can oğlum" dedi ve evden hızla uzaklaşıp gitti. Kayboldu gözlerden ve gökyüzünden. Yerin dibine indi.  Her akşam ona doğru uzanan minik avuçlar ekmeksiz kalmasın diye daha da derine indi. Lâkin güvenliğini sağlamıştı "koca" devlet. İstediği kadar yerin dibine inebilirdi. İndikçe indi, indiler akın akın.

Tuhaf bir sessizlik hâkimdi. Birbirlerinin gözlerinin içine bakıyorlardı. Koca dünya üzerlerine yıkıldı ansızın. Tuhaf bir ateş, tuhaf bir duman, tuhaf bir koku sarmıştı yerin yüzlerce metre dibini. Işıksız kaldılar, havasız. Ölüm korkusu değildi bedenlerini saran. Çocukların avuçları ekmeksiz kalır korkusuydu. Ve ömürlerinde ilk defa hayal kurdular. Bulutları özlediler. Kayan yıldızları… Soğuk gecelerde başını dayadığı ana kucağını… Tan vaktinde saçlarını kokladığı sevgiliyi… Ekmeği görünce dünyalar kendininmişçesine sevinen çocukları… Özlediler. Buram buram çektiler ciğerlerine. Çektiler, çektiler. Ciğerleri parçalanana kadar çektiler. Şiirler yazabildiklerini hatırladılar son anda. Yazdılar. Güfte güfte.. "Dışarıda mevsim baharmış, gezip dolaşanlar varmış…" şarkısını son defa mırıldandılar.

Kömürden duvara dayadı sırtını içlerinden birisi. Avuçlarına kazıdı tek bir cümle. "Oğlum, hakkını helal et"  Oldukları yere yığıldılar. Öldü(rüldü)ler akın akın. Toprağın altından çıkartılıp, yine toprağın altına gömüldüler, yanak yanağa, omuz omuza.

Dışarıda ise "devlet adamları" geziniyordu. Yağmur duasına çıkmışçasına  koro halinde dualar okuyordu. Ulusal yassın ifadesi olarak bayraklar yarıya indiriliyordu. Lâkin devletin melodramatik ses tonuyla Soma da gömülüyordu, güneşiyle, yıldızlarıyla kara toprağın altına. 

*[email protected]

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.