Dağdaki çocuk, çöpteki hırsız

Dağdaki çocuk, çöpteki hırsız

Siverekli Cihan, çöpten topladığı kâğıtların önünde şöyle diyor: "Farklı bir halktan oluşmuşuz, çalışıyoruz; emekçiyiz sonuçta...Türkiye'de çözülebilir bir Kürt sorunu var. Oysa dünyanın en büyük sorunu aşk..."

Geçenlerde bir delikanlı sormuştu: “Ben Türküm. Kürt sorunuyla yüzleşmek istiyorum. Sizce hangi kitapları okumalı, hangi filmleri izlemeliyim?” Yüzleşmek için okumaya ne hacet! Bu işe en yakınınızdaki şeyle, çöpünüzle başlayabilirsiniz. Attığınız çöpün izini sürmeye, çöpümüz üzerinden geçmişinizle, şimdi yüzleşmeye girişirseniz, buradan siyaset ve eylem üretebilirsiniz. Evinizdeki kırık sandalyenin, ışıltılı AVM’lerden aldığınız ürünlerin ambalaj paketlerinin, sokağa attığınız pet şişelerin serüveninin nereye uzandığına bakın. Veyahut geri dönüşüm kutularına attığınız kağıtların kimleri aç bıraktığını öğrenmeye çalışın. Belediyelerin büyük şirketlerle kol kola, “çevrecilik” adı altında atık kağıtlara el koyup çöpleri eşeleyenlerin ekmeğine göz dikmesinin mazisiyle yüzleşin. Yıllar önce Ankara Büyükşehir Belediyesi, çöplerdeki kağıtlardan beslenenleri “çöp hırsızı” ilan etmiş ve o kağıtlara el koyup devletin köyünü yakarak şehre sürdüğü Kürt yoksullarının ardiyelerini polis eşliğinde basmıştı. 

Kolejli Kürt çocukları

Çingeneler, mülksüz Türkler, Suriyeliler veya Afrikalı sığınmacılar devletin gündeminde yok. Çünkü onlar henüz devleti ürkütecek birer aktöre veya iktidar savaşı için işlevsel bir hale dönüşmüş değiller. Günü gelince onların çilesi de iktidarın hamasi nutuklarına sos yapılır. Çocukları çöpten beslenmeye mahkum eden devlet şimdilerde yoksul Kürtleri, her zamanki pişkin edasıyla direnen Kürt siyasetçilerine karşı isyana çağırıyor. Birkaç gün evvel Lice’deki kalekol inşaatını protesto eden Kürtlere şöyle bir anons yaptı askerler: “Onların çocukları yurtdışında kolejlerde okuyorlar. Sizleri yem olarak kullanıyorlar.” Anonsun devamı, devletin gerçek yüzünün ifşaatıydı: “Teröristleri kayıt altına alacağız ve imha edeceğiz.” Lice’de anons yapan asker, Ankara’daki Uzun Adam’ın ağzıyla konuşuyordu. Sırça köşklerden yoksulluk edebiyatı yaparak gücüne güç katan Uzun Adam, Kürt vekillerinin aldıkları maaş bordrolarını elinde tutmuş sallıyor, Kürt yoksullarını kendi çocuklarına isyan etmeye çağırıyor. 
Oysa Kürt hareketini genişleten, devletin ve kimi sosyalistlerin zannettiği gibi sadece kimlik arzusu değil, aynı zamanda sınıfsal bir öfke. Ve bu sınıfsal öfkeyi perçinleyen de Kürtleri yoksulluğa, çöpe mahkum eden devletin, hükümetin ta kendisidir. Ayrıca eğer Kürtler arası sınıfsal bir mücadele olacaksa, işe, devletin sofrasına oturarak semirmiş olan Kürt zenginleriyle başlanacaktır. Biliyoruz; Kürt karşıtlığı fıtratında olan devlet, yoksul Kürdü daha da yoksullaştırarak terbiye etmeye çalışırken, varsıl Kürdü de ancak kendi sofrasına iliştiği müddetçe sever. Bunu reddeden Kürt işinsanlarının 1990’larda nasıl listelere alındığını, hapsedildiğini ve giderek katledildiğini unutmadık. 90’ların devletine heveslenen AKP , şimdi de o enkazdan, kirden, pastan, çöpten ve yoksulluktan beslenmeye çalışıyor. Selahattin Demirtaş’ın çocuğunun Amerika’da okuduğu yalanı üzerinden Kürtleri yemeye, devşirmeye girişiyor. Kürt hareketi karşısındaki aczi, AKP’yi bu noktaya getirmişse, belki bir nebze olsun umutlanmak da gerekiyor.

Çöpe atılmak

Yıllar önce bir ihtiyarın Ankara’nın göbeğinde dengbêjlere taş çıkartan duruluktaki sesiyle Kürtçe türkü tutturup bir yandan da çöpleri karıştırdığına tanık olmuştum. Söylediği şarkı kendine aitti. Kendine ağıttı. Hem ağlıyor, hem söylüyor hem de çöpten kağıt topluyordu ihtiyar. Hakkâri’ye bağlı Kotranıs (Ördekli) köyündendi. Köyleri devlet tarafından yakılmıştı. Uzun boylu, çevik ve zayıftı. Ömrü Hakkâri dağlarında geçmiş, at sırtında sınırları geçmiş, aşiret sofralarında hoşsohbetiyle tanınmıştı. Dağlarda uçan kuşken, kanatlarından vurulmuş ve kendi tabiriyle “şehrin çöpüne düşmüştü”. Esnafın küçümser bakışlarının altında ezile büzüle, bir tanıdıkla karşılaşmanın korkusuyla çöpleri karıştıran ihtiyar, savaşın Kürtleri düşürdüğü hali yüzündeki kırışıklarla naklediyordu. Onunki ‘Züğürt Ağa’nınkinden çok daha ağır hikâyeydi. Köyü satıp gelmemişti, köyü yakılmıştı. Düştüğü halin görülmesine dayanamayacağı için gözden en ırak yeri, Ankara’yı “seçmiş”, Genelkurmay ve Başbakanlık binalarının 500 metre ötesindeki çöplüğe hikâyesini getirmişti. Bir karşılaşmamızda “Keşke dağa çıkacak yaşta olsaydım” demişti. Oysa Ankara’nın Türközü’ne, İstanbul’un Ümraniye’sine, Tarlabaşı’na, İzmir’in Kadifekale’sine sığınan Kürtlerin çoğu dağa çıkacak yaştaydı.

Devletin işkenceyle, tacizle, tecavüzle, açlıkla sınayıp sindirmeye çalıştığı Kürt çocuklarının bir kısmı dağa kaçtı ama önemli bir kısmı da şehirlerin kenar semtlerine, loş bodrum katlarına, daracık merdiven altlarına, zengin semtlerinin çöplüklerine sürüldü. Evinizden, işyerinizden çıkıp çöp bidonlarını karıştıran ilk kişiye memleketini sorun isterseniz. Çorum, Antalya, İzmir, Rize, Kayseri, Balıkesir değil, Hakkâri, Diyarbakır, Urfa, Van, Şırnak çıkacaktır karşınıza. Sebebini de sorun. Toprağın verimsizliği, PKK ’nin “baskıları” yahut şehrin cazibesi değil, devletin yaktığı köylerin, katlettiği babaların, yok ettiği üretim alanlarının, mayınlı arazilerin, yasaklı yaylaların, öldürülen çobanların, telef edilen katırların hikâyesi çıkacak karşınıza. Ama çoğumuz şehrin ışıklı yollarından geçerken yüzü çöp isinden kararmış Kürtleri tekinsiz görüp bir an evvel uzaklaşmak isteriz.

Artık işler

Başa dönelim; o kararmış yüzlerdeki derin anlamla yüzleşmeye, attığımız çöpün izini sürmeye cesareti olanımız var mı? Aslında var. Alper Şen mesela. Birikimlerini ve zekalarını hükümete pazarlayarak geçinen “Yeni Türkiye ’nin genç aydınlarından” çok daha donanımlı, çok daha eğitimli bir arkadaşımız Alper. Ahlakı “mani” olmasa, hükümet yardakçılarının çıktığı basamakları koşar adımlarla tırmanacak düzeyde parlak bir entelektüel. Arkadaşı Oktay İnce’yle birlikte 2000’li yıllar boyunca Ankara’daki atık kağıt işçilerinin izini sürerek Hakkâri’ye uzanan Alper, şimdilerde de Ümraniye’nin Beyoğlu’nun dip köşelerindeki ardiyelere “kaçırılmış” çocukların hikâyelerinin peşinden Urfa’ya, Şırnak’a, Hakkâri’ye ve giderek Suriye’ye uzanıyor. Çektiği videoları da yazılı hikâyeleri eşliğinde düzenli olarak http://istanbulunartigi.tumblr.com/ sitesinde yayımlıyor. 
12 yaşındayken Siverek’ten İstanbul’a “kaçırılan”, şimdilerde 20’lerindeki Cihan, çöplerden topladığı kağıtları istiflediği deponun loş ışığında Alper’in kamerasına şunu söylüyor: “Farklı bir halktan oluşmuşuz, çalışıyoruz; emekçiyiz sonuçta… Türkiye’de çözülebilir bir Kürt sorunu var. Oysa dünyanın en büyük sorunuydu aşk… Amerika’da bir Kürt sorunu yok. Aşk sorunu var. Bu ihtimal bile beni sevindiriyor.” Kağıtçılardan biri Kürtçe şarkısını kesip Cihan’a sesleniyor: “Yiyecek bir şey var mı?” Cihan iç geçirerek yanıt veriyor: “Hiçbir şey yok dostum, hiçbir şey.”

Artık İşler’den Alper Şen ve arkadaşları, 4-14 Haziran arasında Tütün Deposu’ndaki “İstanbul’un Artığı” isimli video-fotoğraf sergisine davet ediyor herkesi. Bugün 16.30’da (8 Haziran Pazar) konunun tartışılacağı forum için Tütün Deposu’nda.

İrfan Aktan / Radikal

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.