Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir

Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir

Mansur elleri kolları kesildikten sonra kellesi koparılmadan önce halka taşlatılır. Daha sonra idama götürülür.

Bugün içinde bulunduğumuz ölüm atmosferinden kurtulmak, kimi zaman kanayan yüreğimizi avuntularla susturmak istediğimizde tarihin sayfalarında hiçbir zaman uyumayan ölüler dimdik karşımıza çıkar. Geçenlerde gelip zihnimde dolanıp bir türlü gitmek bilmeyenlerden biri de Hallac-ı Mansur’du.

Mansur, 800’lerin sonu ve 900’lerin başında yaşamış, halk arasında yaygınlaşan bir teveccühe mazhar olmuş bir İslam alimidir. Müslümanlığı yaymak için gittiği şirk beldeleri diye tanımlanan yerleşim yerlerinde Müslümanlığı yaymak için yıllarca hizmet vermiş bir düşünürdür.

Ancak her nasılsa, Allah’ta eriyip yok olmak anlamında söylediği ‘En-el Hakk’, yani ‘Ben Hakk’ım’ sözü bahane edilerek 912 yılında zindana atılır. Yıllar sonra, hakim ve kadılar arasında bir mutabakat sağlanamamasına rağmen saray dalkavuklarının marifetiyle katline ferman çıkarılır.

922’de Bağdat’ta önce kırbaçlanır; sonra burnu, kolları ve ayakları koparılıp idam edilir. Nihayet başı kesilerek Dicle üzerindeki köprüye dikilir. Kesik baş iki gün köprüde bırakıldıktan sonra Horasan’a gönderilip etrafta dolaştırılır.

Mansur’un bir sözü, Tahir Elçi’nin bir cümlesi

Mansur, yetmiş iki millete bir gözle bakabilmeyi, hiçbir inanç ve kanaati ötekileştirmeyen bir felsefenin öncüsü, bir düşünür olduğu bilindiği halde kimi saptırmalarla katledilmiştir.

Mansur vakasından bugüne tamı tamına 1094 yıl geçmiş. Bizim gibi Ortadoğu topraklarında yaşayanlar için korkutucu ve yüreğimizi burkacak bir zaman dilimi. Dile kolay, 1094 yıl. Bereketli, aynı zamanda da lanetli bu topraklarda, insanların düşüncelerini ifadede daha da zorlandığı gerçekliği, yüreğimize bir ince sızı olarak yerleşiyor. Dilimiz, aklımızdan geçen bu cümleye inanmamış olacak ki “Tamı tamına 1094 yıl… Nasıl olur?” diye tekrarlayıp duruyor.

Halkın teveccühünün bazılarını rahatsız ettiği, ilgi alaka bağı üzerinden bir korku politikasının devreye girdiği bu katledilişten günümüze de bir pay düşer.

Evet, 28 Kasım 2015’de bir Hallac-ı Mansur daha katledildi. Mansur şirk beldelerine Müslümanlığı yaymıştı. Tahir Elçi barışın olmadığı beldelerde barışı, dürüstçe, allemsiz kullemsiz, amasız, fakatsız, insanlar ölmesin diye haykırmıştı.

Mansur’un bir sözü bahane edildi. Tahir Elçi’nin de bir cümlesi ters yüz edilerek dalkavuklar tarafından katline ferman çıkarıldı.

Mansur’un kesik başı ibretlik diye Dicle Nehri üzerindeki köprüye dikildi. Ona sevgi alaka gösterenler, kesik başın ürpertisiyle titreyen insanlar topluluğuna dönüştü. Tahir Elçi de bir kurşunla katledilerek kendisi gibi düşünen, barışı samimi duygularla talep edenler hedef alındı.

Mansur’ın çocuğu, eşi var mıydı, kaynaklarda rastlamadım. Olsaydı muhtemelen koparılmış kellesinin korku salan dehşet görüntüleri ailesinin hafızasından silinmeyecekti. Abbasi halifeliğinin hüküm sürdüğü dönemdeki  katlediliş tarzı, bizim yaşadığımız zamanlardan farklı. Katlediliş tarzı, diyorum, çünkü zihniyet aynı.

O zamanlar hedef gösterilen, yok edilmek istenen kişiler için fermanlar çıkarılıp her şey aleni yapılıyor.

Postmodern zamanların cinayetleri ise karmaşık, kafalarda türlü kuşkular bırakılarak ve cinayetin çözümü neredeyse imkânsızlaştırılarak insafsızca, karanlık oyunlarla karşımıza çıkıyor. Katledilişin acısını daha da ağırlaştıran bu içinden çıkılmaz hal, kompleks düşünen insanların bulanıklaşmış zihinlerini daha da bulanıklaştırıp yok etme politikalarına hizmet edecek birer nesne haline dönüştürülüyor.

Asıl susturulmak istenen bu çığlık

Farklı düşünenleri yok etme gücüne sahip iktidarların gücüne güç katan modern hayatın teknolojik gelişmeleri de işin tuzu biberi. Örneğin Mansur’un kesik başını sınırlı sayıda insan görebilmişti. Fakat Tahir Elçi’nin kanlar içindeki korku salan fotoğrafı sayısı hakkında tahminde bulunamayacağımız izleyici  tarafından tıklanma rekoru kırdı. Safiyane vatandaş kendini, parmakları altında dönen sosyal medya dünyasının muktediri gibi görse de kirli oyunlar oynayan iktidarların nesnesi olmaktan öteye gidemediğini ne yazık ki fark edememekte.

Tahir Elçi’nin televizyon programıyla başlayan linç serüveni asosyal medyada da yankısını buldu. Asosyal medyada muhtemelen bir baltaya sap olamamış, kraldan daha kralcı, işe yaramaz, kendini hissettirme ihtiyacındaki ya da kendini milliyetçi addeden sesler olabileceği gibi, suç örgütleriyle organize çalışan seslerin olması da göz ardı edilmeyecek bir gerçek.

Mansur elleri kolları kesildikten sonra kellesi koparılmadan önce halka taşlatılır. Daha sonra idama götürülür. İktidarların, gerçeklerin arka planını bilmeyen vatandaşları kullanıp birilerinin üzerine salma pratiği, ne yazık ki toplumları yönetme sanatı geleneğine dönüşmüştür. Biiiiin doksaaan dööört yıııllık ve daha daha öncesi bulunan bu gelenek, muhkem ve zayıflayacağa benzemiyor.

Mansur her ne kadar ‘En-el Hakk’ sözüyle günümüze kadar gelebilmişse de onu asıl, “Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çektiğimizi kimsenin duymadığı yerdir” sözüyle hatırlamak gerekir. Tahir Elçi de içinde bulunduğumuz cehennem acısını vicdan sahibi insanlara duyurmak istemiştir. Asıl susturulmak istenen bu çığlıktır.

Türkan Elçi / Diken

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.