'Bu savaşın kimseye zararı yok mu?'

'Bu savaşın kimseye zararı yok mu?'

Erdoğan’ın, mevcut savaşın Gezi isyanından daha büyük bir tehdit oluşturmadığına dair tespiti son derece doğru. Çünkü içeride de dışarıda da bu savaşa karşı güçlü bir itiraz yok.

İRFAN AKTAN / ZETE.COM

Başbakan Ahmet Davutoğlu, bir bölümü yerle bir edilen Diyarbakır-Sur “seferi” sırasında gazetecilere verdiği mülakatta, PKK’nin Türkiye dışına çıkmaya başladığı 2013 Mayıs’ına dönülmesi halinde “her şeyin” konuşulabileceğini söyledi: “Halkın çözüm sürecinden beklediği şey, silahların tümüyle terk edilmesi. Böyle bir şey olursa, 2013 Mayıs’ına dönülürse, o zamanki gibi PKK tüm silahlı unsurları Türkiye dışına çıkarıp ülke içinde tek bir silahlı unsur kalmazsa, her şey konuşulabilir.”  

Sondaki paragrafı başa alalım: 2013 mayısına dönüşün köprüsü Temmuz 2015 tarihinde bombalandı, yerle yeksan edildi. Artık o köprü kullanılamaz halde. Buna mukabil eğer tekrar masaya dönülecekse, yaratılan enkazı kaldırıp yeni bir köprü inşa etmek AKP’nin elinde. Fakat AKP’nin “köprü inşaasını” bizim mecazımızdaki gibi değil, gerçek anlamda bir müteahhitlik işi olarak gördüğünü biliyoruz. (Sur, Silopi, Cizre, Yüksekova, Nusaybin, Şırnak gibi yıkılan yerlerin “inşası” ve hatta “ihyası” üzerine ayrıca konuşmak gerekiyor.)

AKP başta olmak üzere tarafların çözüm sürecine dönüş ile savaşı derinleştirme dilemmasında tercih yapması için çok fazla zaman olduğu düşünülmemeli. Belli eşikler aşıldıktan sonra, girişilen savaşın geri dönüşü olmuyor. Nitekim iktidar cephesinden yapılan açıklamalara, gerçekleştirilen savaşın şekil ve yöntemine bakılırsa, Türkiye o eşiğe gelip dayanmış gibi görünüyor. Söz konusu eşikte AKP’nin vereceği karar maalesef savaş ve barış arasında bir tercih değil, olsa olsa savaşın “hukuka” uydurulması veya hukukun savaşa uydurulması arasındaki tercihtir. Her ikisinin de yıkım bedeli aynı.

Bu açıdan Davutoğlu’nun Mayıs 2013’e dönüş şartını sadece bir gaf olarak kaydetmek mümkün. Zaten Cumhurbaşkanı Erdoğan Davutoğlu’na, açıklamasının bir gaf olduğunu bildirircesine “ortada müzakere edilecek bir konu yoktur”  diyerek önümüzdeki dönemde de savaş dışında bir yolu benimsemeyeceklerini ifade etmiş oldu.

Davutoğlu da  söz konusu açıklamasını, tıpkı Çiller’in “Bask modeli” gafından sonra yaptığı gibi hemen geri çekti: “Bu mücadeleyi mutlak bir zaferle neticelendireceğiz.” Davutoğlu’nun mutlak zafer elde edebilmesi için milyonlarca insanın her anlamda sindirilmesi gerekiyor. Oysa Irak, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürtlerin yüzyıllara dayanan direniş tarihi böyle bir muzaffere işaret etmiyor. Enfal ve Halepçe soykırımının amiri Saddam Hüseyin, Dersim katliamının amirleri Mustafa Kemal ve İsmet İnönü, Diyarbakır Cezaevi’nin paşası Kenan Evren, Mahabad Kürt Cumhuriyeti’ni dağıtan İran şahı Muhammed Rıza Pehlevi, yüzbinlerce Kürdü her türlü vatandaşlık hakkından mahrum eden Baas rejimi ve zulmüyle namdar Hafız Esad, yeni isyanların tohumlarını atmak dışında bir yol alamadılar. Suriye’de vatandaşlıktan çıkarılanların torunları Rojava’yı kuruyor. Enfal’in artakalanları Kürdistan devletini ilana hazırlanıyor. Tarih sayfaları herkesin incelemesine açık: anti-Kürt siyasetin aktörleri çok insan öldürdüler, çok fazla isyanı bastırdılar ama muzaffer olamadılar.

İktidara müjde: “Sonunuz cunta gibi olur!”

3 Ağustos 2015 tarihli yazımızda , AKP’nin Temmuz 2015’te başlattığı savaşı herkes sebebini unutana kadar sürdüreceğini ileri sürmüştük. Uzun savaşlar, başlama sebebi unutulan savaşlardır. O yüzden de geriye dönülecek nokta aranmaz, aransa bile o nokta bulunana kadar sayısız insan hayatını kaybetmiş olur. Aradan geçen 9 aylık süreçte HDP’nin sıkışmışlığı, CHP’nin kabiliyetsizliği, sinikliği ve MHP’nin artan desteği dolayısıyla AKP, toplumu bu savaşın gerekliliğine razı etmiş gibi görünüyor.

Dolayısıyla AKP açısından halihazırda çözüm sürecine dönülmesi için güçlü bir sebep de yok, mecburiyet yaratacak itici bir güç de. Hem zaten sivillerin cenazelerinin günlerce sokakta bırakıldığı, Yüksekova’da olduğu gibi sokaklardaki ölü bedenlerin kedilere yem yapıldığı bir vahşetten sonra dönülecek bir geçmiş, gidilecek bir gelecek kaldı mı?

AKP’nin 9 aylık süreçteki savaşı yoğunlaştırılmış 90’lar olarak gerçekleştirmesi, Kürtlerin coğrafyasında, zihinlerinde ve kalplerinde şimdiden çözüm sürecine girilse dahi onarılması yılları alacak bir tahribat yarattı. Keza Türklere pompalanan milliyetçi, anti-Kürt hissiyatın da dindirilmesi yılları alacak gibi görünüyor.

Bu arada, savaş enkazının askeri bir darbeyi beraberinde getirebileceğine dair söylentiler dolaşıyor son zamanlarda. Ancak bu sanrıya kapılanlar, yoğunlaştırılmış 1990’lara mührünü basan ve zaten darbe hukukunu işleten bir iktidara kimin, neden darbe yapacağının yanıtını veremiyor. Dahası, AKP’ye “sonunuz 12 Eylül darbecileri gibi olur” diyenler, iktidara bu mesajla müjde verdiklerini bile idrak edemeyecek durumdalar: Türkiye’de darbeciler (Talat Aydemir istisnası kaideyi bozmaz) yataklarında huzur içinde ölmüşlerdir.

“Bu savaşın kimseye zararı yok mu?”

Diri tutulacak hafıza, barışın yeşereceği tek alandır. Hatırlayalım: Çözüm sürecinin akamete uğratılmasının temel sebeplerinden biri AKP’nin Rojava politikasıydı. Çatışmalı sürecin, Rojava’yla dayanışmak üzere Suruç’a giden gençlerin IŞİD tarafından 20 Temmuz 2015’te katledilmesinden dört gün sonra başladığını unutmamak gerekiyor. Ne var ki AKP, Türkiye içinde Kürt hareketine karşı yürüttüğü tahrip gücü yüksek savaşta Rojava politikası lehine ne bölgesel ne de uluslararası alanda herhangi bir kazanım elde edebildi. Nitekim Erdoğan’ın ABD seyahatinden umduğunu bulamamasını, (Hürriyet Gazetesi yazarı Verda Özer’in aktardıklarına bakılırsa Erdoğan Obama’ya “PYD’yi bırakın, onun yaptığını biz yapalım” şeklinde bir öneride bulunmuş ama bu önerisi net olarak reddedilmiş.) Suriye ve Rojava politikasındaki iflasının yeni bir aşaması olarak kaydetmek gerekiyor. Ancak AKP’nin Rojava politikasının iflası, onu Türkiye’de Kürt hareketiyle savaşmamaya mecbur bırakmıyor. Aksine, AKP uluslararası güçlerin engellemesinden dolayı Rojava’ya vuramadığı darbeyi, kimsenin itiraz etmediği içerideki savaşla Kürt hareketine vurma kararlılığını daha da artırıyor.

O yüzden Erdoğan’ın, mevcut savaşın Gezi isyanından daha büyük bir tehdit oluşturmadığına dair tespiti son derece doğru. Çünkü içeride de dışarıda da bu savaşa karşı güçlü bir itiraz yok. Hak ihlalleri, insanlık suçları, vahşet gösterileri twitlik “malzeme” dışında hiçbir tesir yaratmıyor. On binlerce insanın yerinden edilmesi, ilçelerin bombalanması, infazların bırakın soruşturmaya, savcılık incelemelerine bile konu olmaması haber değeri bile teşkil etmiyor.

13 Mart’tan beri sokağa çıkma yasağının ve bombardımanın sürdüğü Yüksekova’dan arayan bir tanıdık, yanıtı bile aranmaktan vazgeçilen bir soruyu tekrarlıyordu: “Ne oldu Avrupa’nın insan hakları hassasiyetine? Ne oldu dünyaya? Japonya’da bir kediye araba çarpsa, aynı anda hayvan hakları için Avrupa’da insanlar sokağa çıkıyor. Burada her gün evler bombalanıyor, insanlar ölüyor. Acaba bu savaşın kimseye bir zararı mı yok?”

Son soru en mühimi: Güçlü bir itiraz olmadığına göre, bu savaşın kimseye zararı mı yok? AKP’nin Rojava’ya müdahalesine müsaade etmeyen ABD, AB ve Rusya’nın aynı tutumu Türkiye içindeki çatışmalara karşı da takınmasını bekleyenler yanılıyor. Çünkü Türkiye içinde yürütülen savaştan bu güçlerin herhangi bir zararı yok. Uluslararası güçler, bu savaşı Türkiye’nin iç meselesi olarak gördüklerini ilan ediyorlar. Fakat işin tuhafı, bu savaşa CHP’nin de “AKP ve PKK’nin iç meselesi” muamelesi yapması. ABD, AB, Rusya bu savaşı ne kadar uzaktan, üstelik sırıtarak izliyorsa, CHP de aynı şekilde izliyor. Savaş karşıtı bir harekete zaten dünden hazır olan Kürtlere el uzatacak Türkiye’nin batısını harekete geçirebilecek tek gücün CHP olduğunu varsayarsak, bu partinin seyirci koltuğundaki konumunun ne kadar tarihi bir günaha ortaklık olduğu daha iyi idrak edilir.

HABERE YORUM KAT
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.